25 Temmuz 2015 Cumartesi

Kahve  ve  Ben


Kahve sevgimi bilen kardeşlerimin, bu sene doğumgünümde bana hediyeleri... :)   Bu incelikli kolajın fotoğrafını çekmeyi dahi bekleyemeden, hemen filtre kahvenin beni kendine çeken ambalajını açıp bardağımdan bir yudum aldıktan sonra  (aslında işin doğrusu ancak ikinci bardakta)  resimlemek aklıma geldi.  Blogumda paylaşmaksa bugüne kaldı.

Kahve ve ben,  "ayrılmaz ikili"  gibiyiz diyebilirim. Ne zaman odama girseniz, masamın üzerinde mutlaka içi dolu bir kupa ve yanında bir bardak su  demirbaş olarak mevcuttur.  Kimi yabancılar gibi,  "Kahve mi Çay mı?" sorusu ile başlayan "Kahveciler ve Çaycılar" fanatikleşmesindeki düzeyde değilsem de,  (zira çayı da seviyorum) en az bir büyük kupa "şekersiz kahve" içmediğim gün yoktur.(Şeker,  kahvenin kendine has orgazmik aromasını maskeliyor bence.  Pek tercih etmem açıkçası.)

Bendeniz henüz küçük bir çocukken teyzeme:
_ "Bir kahve demleyelim de karşılıklı hüüüp diye içelim"
dermişim; o kıvır kıvır saçlı, cin gibi bakan meraklı gözlerimle... Yani kahve sevgim ezelden geliyor. (Bir de meraklı ve bol sorulu bünyem.)   Üniversitede okurken hele, deli gibi kahve içerdim, kahve ve kafein bende özel bir etki yapmıyordu artık. Geceleri yatmadan önce mutlaka bir kupa daha içerdim, (aslında uykumu açsın diye hazırlardım, ancak o 2'ye doğru içilen son kahveden sonra öyle tatlı bir uyku çökerdi ki üstüme)  oda arkadaşım:
_"Evet,  can ile canan  kahvesini de içtiğine göre artık uyuyabilir" deyip gülerdi. Anlayacağınız gibi, ikimiz de geceleri tavuk gibi erkenden yatan tayfadan değildik.

Ayrılmaz ikili:   Kahve ve Ben

(Bu arada konu açılmışken, filtre kahve ve Nescafe'yi ne kadar seviyorsam; "Türk kahvesi"ni de o kadar sevmiyorum. Ufacık bir bardak için,  hem de o kadar meşakkatle,  kimya formülü gibi ölçe tarta yapılan "şey" bana hep ehl-i keyf  (keyif ehli) olmayı, miskinliği ve lüksü çağrıştırmıştır. O kadarcık şey zaten beni kesmez.  Üstelik bazen tuhaf şekilde ağır da gelebiliyor bünyeme.)


21 Temmuz 2015 Salı

Hayat nefesine değer vermek

2009 Ocak ayından beri bu blogda çeşitli karalamalar yapıyorum. Kimisi çeşitli alıntılar,  kimisi derlemeler,  bir kısmı da kendi görüş ve yaşam deneyimlerime dayanan yazılarım.   Onlarca hatta yüzlerce başlık içeriyor.  Henüz taslak halinde olup yayınlanmamışların sayısı ise 300'ü geçti!

Ne var ki, bazılarının sorduğu:
"Neden  can ile canan?"
"Debussy kim,  Bach kim?"
"Derdin ne?  Neden bu kadar uzun yazıyorsun?"
gibi sorulara henüz ve halen gelebilmiş değilim.

Bir gün gelebilecek miyim, kendimi yazı ile açabilecek miyim, ayrı başlıklar halinde bunlara değinmeye gerek var mı,  gerçekten bu yazıları okuyan var mı?...
Dahası,  ben bu  ifade edişlerin  altından kalkabilecek biri miyim, o birikime ve kelimelere sahip miyim?...

Doğduğum ve soru işaretleri ile dolduğum şu sıcak ve nemli Temmuz ayında,  bunlar da bir nevi ecel terleri döktüren sualler cinsinden benim için.   Üstelik daha önce de dediğim gibi,
"Yazmak nankör bir eylemdir.  İhmal edip arayı açtıkça  sessizce seni terk eder,  sana soğur,  seni umursamaz."   (bkz: Kopuş)

Özellikle ilk yazılarımda  Türk gençliği ve Türkler  üzerine bazı şahitliklerden yola çıkarak genellemeler yapmıştım burada. Geçen gün dönüp bazılarını tekrar okudum.  Bunları kendimin yazdığına inanamıyorum bazen!   Demek ki beni gerçekten etkileyen,  sinirlendiren,  "duygulandıran" bir şeyler olmuş ki ben bunları yazmışım, yazabilmişim.  Ki eskimeyen tespitler de ihtiva etmekteler. Yani her ay bunları döne döne paylaşsam olur, hiç sırıtmaz, her döneme uyar.  Uyar, uyar da...  Salt tespitler bir derde deva olur mu?

"Sevgisiz bir toplum" olduğumuz,  henüz küçük bir çocukken içinde yaşadığım bu toplum ile ilgili yaptığım ilk tespitlerdendi.
Aradan yıllar geçti,  artık ne çocukluk kaldı  ne o merak ettiklerinin peşinden coşkun koşma arzusu  ne kavrama hızı...  Ancak halen böyle düşünüyorum. O nedenle aşağıdaki yorumu olduğu gibi paylaşmak istedim.
Ölüm istatiği tutulmayan bir ülkede,  bütün ölümler
"takdir-i ilahi"  değil midir nasılsa?


Kaza değil toplu cinayettir...
HAYATA DEĞER VERMEMEK

(Ülkemizde) Her yıl binlerce kişi iş ve ev kazalarında, trafikte, su kenarında, sellerde, lodos zehirlenmelerinde, bina çökmelerinde, böcek ilacı içerek, inşaattan uçarak, çöküntü altında kalarak, madenlerde, çukurlarda ve kuyularda kaybolarak, elektrik çarparak, bozuk gıda yiyerek ve daha akla gelen gelmeyen binlerce şekilde pisi pisine ölmekte, ya da sakat kalmaktadır. Gölmarmara yakınlarındaki kaza adı verilen hırs,
  (Manisa'nın Gölmarmara ilçesinde süt tankerinin karşı şeride geçip tarım işçilerini taşıyan açık kasa kamyonete çarpması sonucu, çoğu kadın 15 kişinin hayatını kaybettiği kazayı kast ediyor)   ihmal ve aldırmazlık cinayetinde 15 insanımızın ölmesi bazılarımızı derin bir üzüntüye sevk ederken, emin olun gerçekten üzülenlerin sayısı azdır. Büyük çoğunluk haberi göz ucuyla izleyip geçmiştir. Bunun temel nedeni yurttaşlarımızın çoğunun hayatı sevmeyişi ve aldırış etmeyişidir.

Soğuk bir ilgisizlik, sevgisizlik, dayak ve sürekli çirkin davranışlar altında büyüyen insanlar ne yazık ki çoğunlukla bu davranışları sergileyenlere benziyor. Çocukların en büyük gıdası sevgi ve saygıdır. Çocuk büyüklerle aynı saygıyı görürse kendisi de başkalarına saygı gösterir. Sonra doğa sevgisi ve güzel şeyler görerek yetişme gelir. Çiçek, ağaç, kuş, kedi, renkler, güzel kitaplar vs.  Bunların hepsinden ya da çoğundan yoksun kalınca, o çocukları manevi zenginlik ve öz saygı sahibi yapmak olanaksız gibidir, en azından istisnadır. Bir kısmı, büyüyüp direksiyon başına geçince her türlü pisliği yapabiliyor, kimseye sevgi ve saygı göstermiyor. Ya da işçileri naklederken, 25 liraya tutulan traktör veya kamyonet kasasına tıkıştırmak yerine, 50 lira verip minibüs tutmak olanaksız mı? Ama ruhları kötü ve sevgisizler. Tabii bunun karşılığında hayatın bütün sorunlarından uzak tutularak duyarsızlaştırılan,  ruhları bencillikle öldürülen bir başka kesim daha var.  Onlar da sevgisiz.

Hayatı sevseler böyle pisi pisine ölmez ve öldürmezler.
Hayatı ve insanları seven, koşullar ne olursa olsun daha tedbirli davranır, uyanık olur.  Kavşakta yavaşlar, kuyuya kapak yapar,  elektrik kaçağını önler vs.
Tabii denetim yapmayan kamu memurlarının da korkunç ihmali ve göz yumması var ama esas mesele insanların kendilerinde bitiyor. Bunların bir kısmı kaza, bir kısmı da cinayettir ama çok nadiren kovuşturulur. Zaten kovuşturanlar da sevgisiz ve aldırmazdır. Kasada nakledilen insanlar,  onları korumakla görevli memurların da gözünde  "olağan dışılık"  arz eden bir şey değildir.  Aksi halde bir toplum böyle çürümez,  kötülüğe direnç gösterir.

Çürümeye kapılan toplumda iyiler ne yapsalar dikiş tutturmaları zordur. Kötülük ise hiçbir şey yapmadan alabildiğine yayılır. Sorunları illa ki rejimde aramayalım.  Sevgisiz ve saygısız insanlar en toplumcu rejimi bile bozar, ne olduğunu anlamadan mahvolur gidersin.  Her şeyi sisteme bağlamak körlüktür.

Kaynak:  https://www.facebook.com/mehmettanju.akad/posts/671932616277236
Mehmet Tanju Akad  -  8 Temmuz 2015,  Facebook





NOT:  20 Temmuz 2015  Pazartesi günü Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde gerçekleştirilen intihar saldırısında 30 küsür insanımız ölmüş, 100 küsür de yaralı var.  IŞİD suçlanıyor.  Patlama sabah 11:45 sıralarında,  Kobani'nin yeniden inşası için bölgeye gitmek üzere Suruç'a gelen Sosyalist Gençlik Dernekleri Federsayonu üyesi grubun toplandığı Amara Kültür Merkezi'nin bahçesinde meydana gelmiş. Gene ölülerin resimleri paylaşılmaya başlandı sosyal medyada,  gene ölüler sevildi.

(50 kişinin öldüğü 11 Mayıs 2013 Reyhanlı bombalı saldırısını da hatırlayalım.  Devletin ihmali büyük. Daha önce  -seçimler sırasında- Diyarbakır HDP mitinginde patlayan bombaları da hatırlatırım.)

Yıllardır süren bir savaş var ve kesinlikle normal bir toplum değiliz.  Savaşa hazırlanan örgütler,  çocuk eylemciler,  canlı bomba adayları,  öldürmeye hazır ve nazır caniler var içimizde, dibimizde...
"Cehennemde savaşanların bölgesine şenliğe gider gibi gidilmemesi iyi olurdu. Çok aşırı bir iyi niyet, ihmal ve yetkililerin en azından göz yumması ve tedbirsizliği, muhtemelen aralarında bazılarının işbirliği var."   (*)

Twitter gene dipsiz kuyu misali.  Katliam derin bir sevinçle karşılanıyor.  Gerçi bir kısmı gizliyor sevincini, bir kısmı ise ölü sayısının istediği kadar çok olmamasından dolayı mutsuz.  Zaman zaman hain bir ruhun mahsulü olarak nitelenebilecek hadiselerde dahi insanlar (hele bol eğitimli laik beyaz Türk gençleri)  tepki gösterecekleri yerde,  tepki vermek şöyle dursun destekleme ve yüceltme içerisine giriyorlar ki ciddi bir akıl tutulması mı dense ne dense çözemediğim bir körlük durumu mevcut. Bana öyle geliyor ki,  Kürtlerin dilini dahi yasaklayıp asimile edelim derken; görünmez bir el sayesinde sonunda Beyaz Türk çocukları asimile oldu!   Gezi de olabilir milat,  ancak benim algımda kırılma noktası  6-7 Ekim 2014  Kobani için Sokağa Eylemleri olmuştur. Bu tarihten sonra Türkiye'yi aşağı çekmeye yönelik küçük-büyük her musibette halaya duran,  ölüsevici ve kargaşa-kaos için el ovuşturan bir kesim adeta bir iskelet gibi ortaya çıkıverdi.  Aralarında saygın gazetecilerimizin de olduğu çok takip edilen kimi kişiler,  ne zaman bir yerde bombalar patlasa bunu hemen AKP karşıtlığına tahvil ederek,  tüm Ak Parti karşıtlarını sevince ve direnişe ortak olmaya çağırmayı Twitter'de oldukça sıradan hale getirdiler.  Geçen gün Facebook'ta birisi yazmıştı;  "Doğruya doğru diyemeyen, gerçeklerden kopuk, başı üzerinde yürüyen bu nesli nasıl ters çevirip ayakları üzerine dikeceğiz?  Zor,  çünkü aka kara demeyi adeta bir DİN'e  dönüştürmüşler."   Özellikle Sol kesimlerde böyle şeyler daha sıradan.
Bir de gizli cemaatçi olduğundan şüphelendiğim kişiler var.  Saf insanları kandırma ve manipule etme yöntemlerini iyi biliyorlar gerçekten. Sosyal medyada açıkça "ayrılmak isteyenler ayrılsın, kalanlarla devam edelim" diyenlerin sayısınınsa arttığını görüyorum.


*