31 Ekim 2013 Perşembe

  Saray  Muhallebicisi

Geçtiğimiz haftasonu, yeğenlerin okul alışverişlerini tamamladıktan sonra eve dönüş öncesi hep birlikte biraz dinlenmek, laflamak ve değişik bir lezzet keşfi için uğradığımız Bakırköy şubesi berbat bir Pazar öğleden sonra şoku yaşamamıza neden oldu.

Küçükler için istediğimiz dilim pastalar, kahve fincan altlığında servis edildi! Hem tabaklar çok küçük ve düz değil  hem de o minnacık tabağın üstünde servis edilmiş beyaz çikolata rendesiyle kaplı, tabaktan adeta taşan kocaman bir dilim frambuazlı pasta!
Bıçakla kesebilmek bir yana, çatal ile dökmeden bir parça alabilmek bile mümkün olmayan bir sunum.
(Üstelik çocuklar çikolatalı pasta istemişti. "Ondan kalmadı" diyerek bize sormadan frambuazlı olanı bir hamleyle önümüze koymuşlardı ama orasına takılmaya fırsat kalmadı.)

Uyarımızı yaptığımızda ise o şubede pastaların hep bu şekilde servis edildiği ve bu güne kadar hiçbir şikayet olmadığı söylendi. Yılların Saray Muhallebicisi'nin  eriştiği  deneyim ve kalite bu yani.

Şaşkınlık içerisinde benim şef garsona tek söylediğim; çocuklar bir yana,  bir yetişkin olarak kendisinin bu tarz bir  (pasta tabağı olduğunu iddia ettiği)  kahve tabağında, böyle neredeyse bir karış büyüklüğünde bir pasta dilimini tabaktan döküp saçmadan yemeyi başarıp başaramayacağıydı.  Karşılıklı bazı konuşmalar yaşandı.
Bu tarz olaylarda neredeyse her zaman olduğu gibi müşteriler/kalabalıklar/halk,  şikayetçi olana ters ters baktı. Bu arada, masanın benim oturduğum tarafa yakın kenarının iyi silinmemiş olduğunu ve şerbetli yapışkan bişeyin kıyafetimin dirsek ve bilek bölgesine yapıştığını fark ettim.

Türkiye'deki en büyük sorunun kalite (nitelik) ve kültür sorunu ile köylülük olduğu yönündeki inancım biraz daha perçinlendi.
(Gerçi  "sorun genetikte"  diyen de var.)


     Yazımı,  Twitter'dan gelmiş göçmüş bir dervişin sözüyle noktalıyorum:

Halâ sıkıcı sosyoloji kitapları okuyanlar, olumsuz 'küçük burjuva'  tahlilleri yapıyor.  Ulan köylü,  bulursan öp başına koy burjuva kültürünü!
(@dalgacidioskur)


22 Ekim 2013 Salı

 Bu kafa ne kafası:  ŞİİR?


Bilindiği üzre ülkemiz adeta bir $airler diyarı.
Her köşeden  -"bir şair kaleminden" mi bilinmez ama-  şiirsel dizeler fırlamakta.
Öyle duygusalız öyle duygusalız ki! Sormayın gitsin.

Hala şiir yazmayı bilmeyen kaldıysa buralarda,  bir zamanlarki Bayülgen ekibinden  onlar için gelsin:
"(Garantili)  $air olma Kılavuzu"




8 Ekim 2013 Salı

 Azametli  Aptallar


Karl. R. Popper   basit bir şeyi  karmaşık;
sıradan olanı, anlaşılması zor şekilde ifade etme biçimindeki bu acımasız oyunun;  birçok sosyolog, felsefeci vb. tarafından  ne yazık ki gelenekselleşmiş, meşru bir görev olarak kabul edilmesinden yakınır.”



Bir sosyolog vardı.  Hepimizin okuması için bir makale yazmıştı.
O lanet şeyi okumaya başladım.  Gözlerim kapanıyordu:  Ne başını
ne sonunu bulabiliyordum!  Bunun sebebinin listedeki kitaplardan hiçbirini okumamış olmamdan kaynaklandığını anladım.  Sonuna kadar o rahatsız edici  “Ben yeterli değilim”  duygusunu yaşadım.  Sonra kendi kendime  “Duracağım ve bir cümleyi yavaş yavaş okuyacağım. Böylece ne cehennemin dibi anlamına geldiğini çıkarabileceğim” dedim.

Durdum  -gelişigüzel-  ve bir sonraki cümleyi çok dikkatli okudum. Tam olarak hatırlayamıyorum ama şuna çok yakındı:  “Sosyal topluluğun her üyesi çoğu zaman bilgiyi görsel, sembolik kanallardan alır.”  Tekrar tekrar okudum ve tercüme ettim.  Ne anlama geldiğini biliyor musun?  “İnsanlar okur.

Bir sonraki cümleye geçtim ve onu da tercüme edebileceğimi gördüm. Sonra bu gereksiz bir iş oldu: “İnsanlar bazen okur, bazen de radyo dinler”  ve bunun benzerleri.  Ama öyle gösterişli yazılmış ki, bir kere okuyarak anlayamıyorsunuz ve sonunda çözünce işin içinde hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz.”
---

(Sakızlı Ohannes Paşa'nın  "Azametli Aptallar"  başlıklı denemesinin bir bölümünden alıntıdır.  İlgili yazıda sosyolog ve felsefecilerin insanı kabız eden bir eğiliminden bahsedilmiş özetle.  Tamamını okumak için linke tıklanabilir.)


1 Ekim 2013 Salı

  ANT'IMIZ

ANDIMIZ  kaldırılmış.  Yani artık çocuklarımız okul girişlerinde  «Türküm-Doğruyum-Çalışkanım»   üçlemesiyle eğitim günlerine başlamayacaklar.
Bu demektir ki  «İlkem;  küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak / Yurdumu, milletimi  özümden çok sevmektir»  de diyemeyecekler.
EYVAH EYVAH!
Yine koptu bir kıyamet!  Türklük, milli değerler, Atatürk elden gitti yine! Sayısız  AKP ve RTE  (sövme)  güzellemesi dolaştı yine sosyal medyalamalarda.



Andımız, çocukları küçük yaşlarından itibaren yalan söylemek üzerine programlıyor ve yemin kavramını sıradanlaştırıyordu bence. Her ders günü en az 1 kere ve ömür boyu toplamda belki 1000'e yakın kez ettiğimiz bu yeminlerin sonrasında (ve Andımız'da söylenenler: küçüklerini sevip büyüklerini sayan, vatanını-milletini kendinden çok seven insanlarla)  şu anda çok farklı bir ülkede yaşamamız gerekirdi. Demek ki zaten reel hayatta karşılığı olmayan, putperestlerinki gibi boş tekrar duası kabilinden ezbere bir yeminmiş ki bir işe yaramamış.  Emrederek birşeyleri (vatanını, milletini, özünü, küçüğünü-büyüğünü...) sevdireceğini zanneden ve bu saçmalığı destekleyen, insan yapısından zerre haberdar olmayan ve dahi umursamayan okumuş cahiller sürüsü ile kuşatılmış olduğumuzu bir kez daha deneyimlemiş olmamız da cabası.  Keşke müzakere sürecinden önce kaldırılsaydı. Ama bu da mümkün değildi;  çünkü Türkiye'de kendine  "laik ve ilerici"  diyen kesim  ne laik  ne ilerici  ne de çağdaş.


        Demokrasiye geçişte itici güç muhalefet iken,  bizde çeşitli sebeplerle iktidar soyundu bu işe.  Etyen Mahçupyan'ın  Kutuplaşma ve Zavallılık yazısını durup okumanınızı tavsiye ederim.  Ne yazılırsa yazılsın,  kendine "çapulcu" veya laik diyen kesimle köprü kurabilmek,  iletişime geçebilmek son derece zor.  Karşılıklı konuşamadığın ve tartışamadığın insanlarla ne kadar demokrasi olursa o kadarız işte.


Aşağıdaki metin,  Muhammed Eminoğlu'nun  Facebook duvarından alıntıdır:


Andımızın kaldırılmasından ziyade andımız konseptli kavrama yaklaşımda ciddi bir problem var.

Andımız problemli idi,  sebebi de "Ne mutlu Türküm diyene" dedirtilmesinden öte bir durumdu. Ne kadar üzücü ki andımız Kürtlere göz kırpmak için kaldırıldı. Halbuki andımız insanlık gereği kaldırılmalıydı. Sorunun kökeni hergün çocuklara ant içtirmek gibi ruhi bozukluk içeren eylemdi. Yani bırakın ne mutlu Türküm diyene lafını, ne mutlu insanım diyene gibi hümanist bir söz içerseydi dahi "andımız" konsepti sorunlu bir konsept olacaktı...

Andımızın kaldırılmasına sevindim, ancak AKP'nin sorunun kökenini görebildiğine inanmadığım gibi insanların da bu konuda farkındalıklarının olduğunu zannetmiyorum. Yani andımızın kaldırılmasına sevinilmesinin sebebi "Türküm" ifadesinin geçmesinin ötesinde değil. Kusura kalmayın ama bu bana çok yavan geliyor. Yavan çünkü bu sorunun ufak bir parçası. Eğitim sistemindeki militarist yaklaşımın korkunçluğunu farkedip hissedemiyorsan bu sorunu çözemezsin,  andımız kalkar ama sorunlar devam eder.

Farkındasınız değil mi, ilkokul çocuklarına tamamen sivil bir bürokrat karşılarına dikilip "rahat, hazır ol" gibi askeri komutlar veriyor. Biriniz de sormuyorsunuz sivil eğitimde askeri komutların işi ne diye. İşte siz bunu görmüyorsunuz ya beni çok üzüyorsunuz. Öğrencilerin sıra olmaları ve müdürden emir almaları kaldırılmadı, sadece Andımız kaldırıldı. Yani sadece Türküm denmesine karşın duyulan rahatsızlığın üzerine gidildi. Peki ya dibine kadar militarizm içine batmış eğitim sistemi?
O ne olacak?



EDIT:   8 Ekim 2013'te  kaldırılan  "Öğrenci Andı"  için  Danıştay
"Yeniden okutulsun"  dedi.   (Ekim 2018)

Karara sevinen de var,  tepki veren de...  Bense sizlere 1900'ler Avrupasından birkaç ant derlemesi sunmaya karar verdim.
Bu yazının altındaki  Yorumlar  bölümünde iki tanesini okuyabilirsiniz.

Ayrıca  Andımız'ın geri dönüşü için şu blog yazısını yazdım:
ANDIMIZ  Reloaded