31 Ekim 2010 Pazar

 Ek$i Sözlük


Bliyorum, daha önce de Ekşi Sözlük üzerine bir blog yazmıştım
(bkz: Sözlük Tarihçem). Bugünse öylesine, pat diye, -kendimce-, Ekşi Sözlük'ün belli bir döneminden bahsetmek,  izlenimlerimi ve duygularımı paylaşmak istedim.
Tamamen öznel bir ihtiyaç benimki. Hem de sabah sabah...
(Dün gece saatler 1 birim geri alınmış, kitle iletişim araçlarından -özellikle tv'den- uzak olan bu bünye,  mevzudan habersizlikten Pazar sabahı saat 7 küsürde iken kalkmış oldu ve laptopunun karşısına kuruldu.)


Bilemiyorum zaman konusundaki aralık ne kadardır? Zira Ekşi Sözlük takibine iki yıl ara vermişliğim var. Ancak emin olduğum şu ki, sene olarak 2009'da çok belirginleşecek şekilde, Ekşi Sözlük adeta "CHP Gençlik Kolları yayın organı" silüetine büründü. Özellikle AKP'nin ikinci kez seçim kazandığı dönemden başlayarak (yürütülen "Tehlikenin farkında mısınız?"  kampanyalarının da eşliğinde)  zaten toplumda mevcut olan taraflaşma, kamplaş(tır)ma, zıtlaşma ve cemaatleşme sanal aleme de sıçradı. Cemaatler demişken; daha önce de bir kaç yerde not düştüğüm gibi, bir tarafta Nur cemaati ve Fethullahçılar, diğer yanda Kemalistler ve Atatürkçüler (Ulusalcılar vs Dinciler) ülkenin bu zamanlarında bolca Hızır idi-Yunus idi zıtlaşmaları ile zamanı kurtarmaktaydılar.  ("Bir sosyal tespit platformu olarak Ekşi Sözlük" notunu da düşelim bu noktada.)


Özellikle okumuş-yazmışların bu mevcut zıtlaşmacı halinin, bu kadar popülerleşmiş ve yüksek yazar sayısına ulaşmışken Ekşi Sözlük'e yansımaması düşünülemezdi tabii. O da payına düşeni derhal sahiplendi. Ve malum cenahtaki bu eğilim (bkz: çene ishali) besbelli olduğundan, kısa sürede ortam (sanırsın) CHP delegeleri ile dolmaya başladı.
Bu dönemde hoşgörünün ortadan kalktığını söylememe gerek yok herhalde... En ufak bir CHP eleştirisi, Deniz Baykal kritiği, Baykal'ın istifası sonrası başkanlığa seçilen Kemal Kılıçdaroğlu'na yönelik eleştiriler derhal takip eden saniyeler içerisinde tüm entrylerinizin kötülenmesine + hakaret ve/veya iftira mağduru olmanıza neden olabiliyordu.  AKP ve Recep Tayyip Erdoğan'ı (kısaca: RTE'yi) "padişah gibi olmak" argümanıyla hicveden çevrelerin; Kılıçdaroğlu'nu "sorgulanamaz Tanrı" mertebesine çıkartması ise ayrı bir ironi oldu doğrusu. (Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş ve "Tencere dibin kara/Seninki benden kara" misali...)


Burada asıl dikkatimi çeken nokta, CHP ve Türkiye'deki sol anlayış üzerine getirilen her tür eleştirinin, içeriğine ve dahi ne dendiğine bile bakılmadan; sadece "bir eleştiri" olmasından yola çıkarak; "Beni sevmeyen/eleştiren ölsün" tadındaki solcu-milliyetçi (?) gençliğin sanal linç girişimleri idi. Oysa gündelik hayatımızda dahi örnekse kardeşlerimizi, ailemizi, arkadaşlarımızı eleştirebilmekteyiz. Onlara karşı olduğumuz veya kendilerine zarar vermek istediğimiz için mi acaba?
Her CHP eleştirisi yapana "Fetoşçu" veya "Cemaatçi", her din eleştirisi yapana "Kutsal değerler argümanı", her resmi anlayışı eleştirene "Terörist" gibi yakıştırmaların yapıldığı pespaye bir dönemi de yaşadık. Kimse kimsenin ne dediği ne söylediği ile gerçekte ilgilenmiyor; (anlamaya çalışmak ve hoşgörü çoktan unutulmuş bir mezarlık) sadece sözlüğün sunduğu popüler ortamdan yararlanarak kendi fikrinin propagandasını ve reklamını yapma kararlılığı göze çarpıyordu.
Tabi ki yüksek üye sayısı ile,  farklı görüşleri ve tartışmaları da okuduk Ekşi Sözlük bünyesinde. Zaten kaçınılmaz olan bu. Ama siyasi düzlemde baskınlık CHP Gençlik kollarındaydı söz konusu dönemde. (CHP Gençlik Kolları'ndan bile daha CHP'li, daha aydınlanmış olan o ulusalcı kafaya hörmetlerimle...)


Tam da bu noktada; Türkiye'deki en iyi, en gelişmiş, en popüler, en über moderasyon sistemine sahip ve en taklit edilen sözlük sitesi/modeli Ekşi Sözlük'teki bu tek tiplilik; onu model alan diğerlerinde de benzeri bir tek tiplilik, zeka kırıntısızlığına alkış,  ilkokul mantığı ve "siyaseti değil tarafları eleştiren/çekiştiren mahalleci bir bakış açısı"nın yer etmesine neden oldu. Bunlar kişisel fikirlerimdir elbette.
Farklı görüşlere tahammül, eleştiri kültürü ve düşünsel gelişmişlik skalasındansa; yazılarda çok fazla (haddinden fazla) yüksek yapılı ifadeler, pür dilbilgisi, "edit: imla",  bir dolu kelime ve pek çok yazar (daha doğrusu okumadan yazan) mevcuttu. Ancak ortam "sıkıcı papağanlar"dan geçilmiyordu. "Suyunun suyunun suyunun suyu" ile Voltran'ı oluşturanlar yani... Sadece popüler kaygı güden insanların böyle gergin bir ortamda yazabileceğini düşündüm o zaman.

Oysa sözlükleri okunurluk ve takip edilirlik açısından değerli kılan şey (ve hali hazırdaki Türk Medyası'nın mevcut durumundan ayıran, "alternatif" kılan şey), birbirinden çok çeşitli bilgi ve görüşlere, farklı bakış açılarına, kimi özgünlüklere ve genç bir ruha sahip olmasıdır. Yoksa hep aynı görüşleri okumak ve full time tartışma-itişme istiyorsanız, hali hazırdaki merkez medyacılığımızın yanı sıra fan siteleri ve bir sürü forum sitesi var. Veya Atsızcılar var mesela? (Private Sözlük var bir de. Bilen bilir, "Sözcü Fan Clup" tadındadır, tadından yenmez.)



Gerçi 12 Eylül Referandumu'ndan  sonra tartışma kültürü biraz daha normalleşmeye başladı, gibi geliyor bana. Hem gerçek hayatta hem de sanalda... Karşıt görüşler tek tipliliğin ayarını bozacak derecede yer bulmakta, en azından şimdilik. (Karşıtlıklar ne ayarda peki? Bu da başka bir soru işareti.)

Durup kendi gözlemlerimi kendimce aktarmak istedim. Dilerim bir gün iktidar eleştirisi yapıcam diye yola çıkıp "gemicikler" noktasında saplanıp kalma takıntısını da aşarız.



Bir de şöyle bir şey var:
Gönüllü ahmaklık
(arzach, 31 Ekim 2010)


(Not:  Resimler esescik.blogspot.com sitesinden alınmıştır.)
.

29 Ekim 2010 Cuma

Gündem  Ekim 2010

.
Bu ay özellikle dikkatimi çeken iki konu vardı.
Biri değişmez gündem maddemiz: TÜRBAN.
Diğeri de Hrant Dink davasındaki "trajikomik" gelişmeler.

İkisi de baba konular ve ucu bucağı yok.  (Ama tarafı çok.)
Ayrı ayrı başlıklar halinde önümüzdeki günlerde inceleyeceğim.

Ha bir de YouTube açıldı!  Nihayet :)

Edit:  Türban sorununa farklı bir bakış açısından yaklaşmaya çalıştığım blog yazımı tamamladım:  (link)
.

26 Ekim 2010 Salı

Kızların sorunu ne? -2

.
Geçen hafta yaptığım saatler süren şehirlerarası otobüs yolculuğunda, henüz daha yerime ilk geçişimde önümdeki süslü genç hanım dikkatimi çekmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, yolculuğun ilerleyen aşamalarında da dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Henüz daha Bursa'dan çıkalı 1 saat ya olmuş ya olmamıştı ki, "koltuğunu yavaş yavaş arkaya yatırma" oyununa başladı kendisi. Ve istikrarlı yapısıyla bir süre sonra kucağıma ramak kala bir mesafede yol seyrimiz başladı. Zaten deneyimlediğim kadarıyla bu toplumda bir koltuğu arkaya yaslama eğilimi var.
(bkz: Türk erkekleri)

       Bir ara kendisine, sakince ve sanki eylemleri sıradanmış gibi; "Daha ne kadar arkasına yaslanmaya devam edeceğini" sordum. O da ciddi bir ses tonuyla  "E siz de yaslanın arkaya"  dedi.

Kaldığım özel yurtta, yan odamda hoş bir kız kalıyor. Anladığım kadarıyla kişisel bakım ürünleri konusunda da meraklı olan, hassas biri.  Master yapıyormuş,  Matematik üzerine Gazi'de...
Modern hayatın stresi onun üzerine de işlemiş belli ki.
Geçen hafta odaları tek tek gezerek; "Banyodaki eşyalarının yerinin değiştirilmemesini, astığı neyi varsa orada kalmasını, asla oynatılmamasını, banyo yapanların onun eşyalarına değecek şekilde eşyalarını asmaktansa dış kapının önünde giyinmelerinin daha hayırlı olacağı"  gibi bişeyler söylenip bağırdı gitti.

Uzun lafın kısası,  -eskinin 6 sıfır atılmamış parasıyla-  1 milyara yakın aylık ücret veriyoruz ama yine de yurdun ortak alanını kullanma hakkımız yok! Hanımefendi banyodaki tüm askı ve çıkıntılara kendi sabunlukları ile havlularını asmış;  bize de nasıl banyo yapılır dersi verip  haddimizi bildiriyor.

Aynı kız dün de "Çok üşüyorum, kaloriferleri yakın!" diye müdüriyetle tartıştı. Yan yana odalarda kalmamıza rağmen, şu tarihe kadar bir kez olsun çorap giydiğini görmediğim bu insanın tek yurt kıyafeti ise: Kolsuz, kırmızı kısa bir elbise. Ve aynı şahıs "Üşüyorum" diye hergün bağrınıyor!  Gerçekten kızların sorunu ne acaba?


Ben bu soruyu sorar  ve yazıyı tam tamamlarken, Facebook hesabımdaki bir gelişme dikkatimi çekti. Geçmişteki zor bir dönemde başlamış, sohbet ve emek üzerine kurulmuş bir arkadaşlık bağımız olan genç bir arkadaşım beni silmiş. Böyle bir şeyi normalde asla yapmayacağını tahmin ettiğimden, mail adresine mesaj atıp hal hatır sorduğumda cevap olarak  "Sen kimsinnnnnnnn!"  diye bir yanıt geldi. Sonradan anlaşıldı ki askerliği sırasında şifresini kız arkadaşına vermiş, o da listesinde ne kadar kız varsa sıradan silerek erkeğini koruyor! Bir de üstüne haddini aşan bir mesaj atınca siktiri yedi.  Bu da böyle bir anımızdı.



("Kızların sorunu ne?"  bir yazı dizisine mi dönüşecek şimdiden kestirmek zor. Zaman buldukça,  şahit olduğum  -maalesef artık sıradanlaşan-  örnekleri bu link üzerinden paylaşmaya devam edicem.)

16 Ekim 2010 Cumartesi

 KADER


Şu an sabahın 6'sı.  Saatlerdir uyuyamıyorum. Gözlerimi kapadığımda,  kaçmak ve unutmak istediğim gölgeler beni yakalıyor. Bense her zaman yaptığım gibi, unutmak için  bir şeylere sarılıyorum yine.  Ta ki bir dahaki karşılaşmamıza kadar, gölgelerle...

İnsanın yapması gerekenleri geciktirmesinin,
Kaderini değiştir(e)meyeceğini öğrendim bugün.
Evet ben bunu daha yeni öğrendim.

Ve şunu fark ettim:
Kaderde öyle bir sınır var ki,  geçmiş ve bugünle tüm bağlarını kopartmadıkça,  Zaman seni rahat bırakmıyor.  Bir örümcek ağı gibi sanki...  Dönüp dolaşıp kendini yine aynı çemberin içinde bulmak?
Aynı çıkmazda debelenmek;  hem de yıllardır, yıllardır...
Mesela 20-30 yıl desem?
"Kader"i  sadece  sevgilisinden/nişanlısından/eşinden ayrılmaya indirgeyenler;  onlar anlar mı bunu mesela?
Ya  "Her şeyi ben bilirim!"ciler?

Peki bu çember nasıl kırılacak?  Üstelik asıl soru önümde duruyor:
_Yaşamı ve yeni bir başlangıcı hak ediyor muyum ben?


Bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Muhtemelen sonuna kadar da sadece soru olarak kalacaklar zihnimde.
"Bir çıkış olmalı, bir çıkış olmalı"  diyor içimdeki ses.
Oysa:  NO WAY OUT!
Artık kendini kandırma yani!


"Ümit"  gerçekten insanın içini yaralayan, onu deşen, terbiye eden... Bazen de can veren.
Sanki Ruh'un limon suyu!

Nietzsche:  "ÜMİT EN SON KÖTÜLÜKTÜR,  ÇÜNKÜ İŞKENCEYİ UZATIR" demiş.   Kim bilir,  belki de ümit Ruhumuzun baş işkencecisi?
Bütün hayal kırıklıkları ve acılar bir ucuyla ümide dayanmıyor mu nasılsa?
Üçü adeta sarmaş dolaş!
Yine de hayata tutunduğumuz dal onun üzerinden oluyor.  Belki de yanlışı burada yapıyoruzdur, kim bilir?

Karşılıksız sevgi, koşulsuz iyilik, vefa, hoşgörü, terbiye...  Bunlar zaten çoktan kitaplarda kalmış  Soyut kavramlar.
Belki de varoluşun başından beri hep böyle idi bu.
Bilemiyorum.
Dediğim gibi:  Bugün sadece, "insanın yapması gerekenleri ve zamanı geciktirmesinin  kaderi değiştir(e)meyeceğini öğrendim."


8 Ekim 2010 Cuma

 HACETTEPE  Üniversitesi


Boktan bir üniversite.
Yanlış anlaşılmasın; eğitim kalitesi, akademik yayınlar ve ders kapsamları açısından oldukça değerli ve nadide bir yer. Önemli bir kurum. Ayrıca özellikle son yıllarda üniversitelerin ticarileştirilmesi rüzgarlarının da etkisiyle gerçekten güzelleşen bir kampüs ortamı oluşturuldu, özellikle Beytepe Kampüsü'nde... "Ben üniversitede okuyorum" diyen çoğu Türk gencinin göremeyeceği nice mekan ve ortam var burada.  Hepsine OKEY.


Ne var ki adı geçen üniversitenin kendi öğrencisine verdiği değer, bütün bu artıları nötürleyebilecek cinsten. Kimsenin yürümediği kaç kilometrelik bir yokuştaki (Nizamiye Yokuşu) asfaltın, şaka değil neredeyse istisnasız 12 ay süreyle bitmez tamiratları ve yenilenmeleridir,  onlarca çam ve çim dikme makinalarıdır ve toplamda tüm bunlara harcanan paralar;  bir sürü tuhaflığa ve israfa giden kaynaklar; mevzu  öğrenci laboratuvarları ve araştırma konularına gelince malum sebeplerden ("Türkiye'de eğitime ayrılan para az" bahanesi ile) çok görülür.  İhtiyaca göre oldukça küçük olan kütüphanesindeki tamiratların hiç bitmemesini ve önemli yayınların çoğunun Bilkent Üniversitesi kütüphanesine yollanmış olmasını da geçiyorum.

Diğer üniversitelere kıyasla, akademik takvim ders başlangıç tarihleri daha geç olmasına rağmen  derslerin yaklaşık aynı zamanlarda bitmesi,   bazı fakültelerinde  Final haftasının  olmaması,
2 Vize + 1 Final sistemi ile bitmeyen sınavları ve finallerden ancak üç-dört gün önce dahil edilen işlenmemiş yeni üniteler ile öğrencinin sosyalleşmesine ket vuran zorlu not ve sınav sistemi (dönem tekrarı vs)  gibi,  ders kitaplarını sonuna kadar yetiştirme saçmalığını alışkanlık haline dönüştürmesi gibi ve tüm bu işleyişle Yaz Okulu'nun özellikle mühendislik bölümlerinde bir zorunluluk halini alması gibi...
Hangisini ve daha hangilerini anlatsam?


Akademik kadrosunun ağırlıklı çoğunluğu, isminin önündeki çıkıntıların esiri olmuş kişilerden oluşuyor. Bir de üstüne öğrenci ile aradaki mesafeyi açmak için o kadar gayret gösterince, kendi danışmanınıza ulaşamanız bile kolay kolay gerçekleşmeyen bir randevu sistemiyle olabilmekte. Ulaştığınızda da yüksek ciddiyetler, itinayla hissettirilen mesafeler ve iletişimsizlikler vahim.  Ki her daim mesafeleriniz itinayla hissettirilir.  (Çok azı bunu yapmaz.)
Üstüne üstlük öyle bir Öğrenci İşleri ve Dekanlığı var ki; orayla sorun yaşadıysanız zaten yazının buraya kadarki kısmının hepsi boş.

Aslında belki de sağlıkla sıhhatle 100 yıl yaşasam bu ülke adına asla öğrenemeyeceğim, farkına varamayacağım nice şeyleri buradaki öğrenim hayatım boyunca görüp gözlemleyebilme şansım oldu. Yani Türkiye'de nereler tıkalı,  eğitimde temel sorun nedir...
Bu çatı altında bonus kâbilinden öğrendiğim bir başka şeyse, odasında duvardan duvara Atatürk resmi olan bir şahsiyetten, bütün erdemli sözlerine rağmen derhal uzaklaşılması gerektiği idi.  Kemalizm'in de Türkiye'nin damarlarını tıkayan bir cemaat olduğunu görebiliyorum bugün.  Ne var ki onlar da diğer cemaatler gibi kendilerini "Vatan-millet için çok hayırlı ve elzem"  görüyorlar.




Tabii tıkır tıkır derslerini zamanında geçmiş öğrenciler mevzubahis tıkalı damarlarla pek yüzleşmezler. Ve tam da bundan ötürü okullarını ululamaya (yağlayıp yüceltmeye) devam edebilirler. Ancak bir sebepten kayıt filan dondurmuş veya öğrenci affından yararlanıp Öğrenci İşleri  ile  Dekanlığa yolunuz düşmüşse...
...
Bir kere birinin 'Evet' dediğine, diğeri 'Hayır' diyor. Birinin Dekan statüsündeki kişisi "Diplomanızı alabilirsiniz, herhangi bir engel yok" derken; diğeri "Kesinlikle olmaz, mümkün değil!" diyor. Bir takım maddeler sayılıyor size,  veya sayıl(a)madan karşı çıkılıyor.

Herhangi bir öğrenci affından yararlanarak okula geri dönüş mü yaptınız? Tam bir dönemlik çok başarılı bir eğitim yarıyılının sonunda size: "Kusura bakmayın, sizin başvurunuzu bir hata ile kabul etmişiz. Başvurunuz ve bu dönemki ders notlarınız iptal"  de denebilir. Hiç öyle Dekanların, Dekan Yardımcılarının laflarına aldanmayın.  Çoğu af işlerini bilmediği gibi; bir bilen de yok zaten. Zamanla öğreniyorlar diyebiliriz.
En son olarak, Dekanlık'tan yazılı olarak gelen bir Yönetim Kurulu kararıyla  "teknik seçmeli olmak kaydiyle sadece tek bir ders almama izin" verilmişken ve ertesinde "diploma hakkımı kazanacağım" söylenmişken;  dersi geçtikten sonra diploma için başvuran bendenize Öğrenci İşleri  "Teknik seçmeli dersin yanı sıra, yeni açılan şu mecburi dersi almamışsınız. Dolayısıyla diploma hakkınız mevcut değil" diyebilmekte!  Ve Dekanlık bu kararın yanlış olduğunu söylemekte!
Çok şükür,  bunu da gördük!

Aynı Türkiye gibi yani... Kurumlar arası çatışmalar ve uyumsuzluklar bitmiyor. "Ama benim hamurum kuvvetli, tam bir berserk'imdir" diyorsanız;  buyrun Hacettepe Üniversitesi'ne!



...... Ekleme:
 Beytepe Kampüsü'ndeki  (yani Tıp ve Diş hekimliği harici bölümlerin bulunduğu kampüs)   ULAŞIM  çilesi'ni  yazmayı unutmuşum.

Şu fotoya fotoşop diyenler olsa da,  (isteyen istediğine inanmakta özgürdür),  benim yıllarca gittiğim bu üniversitenin Beytepe Kampüsü otobüs seferleri uzun yıllar bundan farksızdı. CHP belediyesi zamanında da sorun vardı, Gökçek döneminde de sürdüğünü söyledim zaten.  Balık istifi gitmeye dahi razıydık,  yeter ki okula ulaşabilelim,  sınavımıza girebilelim.

Yeni açılan bölümleri ve artan öğrenci sayısına paralel olarak orantılı artış göstermeyen ulaşım araçları ile,  (Beytepe Kampüsü'nün cehennemin dibinde olduğunu da hesaba katarsanız)   öğrencinin en temel iki sorumluluğu olan
(1-Derslere devam,  2-Sınavlardan yeterli not almak)  daha ilk aşamada sekteye uğruyordu zaten.  Sabah derslerine yetişebilmek bir mesele,  sınav haftalarında sabah sınavları için zamanında okulda olabilmekse apyrı bir mesele...
Üniversite yönetiminin,  mevcut ulaşım sorununu çözme yönünde pek bir niyeti yok gibiydi.  On yıldan fazla bir zaman boyunca bu sorunu çözmediler ancak ulaşım sorunları yüzünden sınava geç kalan ya da giremeyen öğrencilere çok rahatlıkla "sınava girmedi-F2" ve "devamsızlık-F1" notu verdiler.  Zamanında pek çok öğrenci devamsızlık yüzünden derslerinden kaldı,  okuldan atılanlar dahi oldu.

Ulaşım sorununu çöz(e)memiş bir üniversitede nasıl bu kadar kolay devamsızlık notu verildi?  İlk otobüs durakları ve semt servis güzergahları hariç, yıllarca günün ilk derslerine gitmek isteyenler araç bulmakta zorlanmadı mı?   (Sonunda bir gün karar alarak devamsızlıktan atılmayı kaldırdılar.)

Yöneticilerine sorsanız büyük ihtimalle belediyeyi suçlarlar.
Yalan!
ODTÜ otobüsleri vızır vızır geçerken,  dolmuşları bu kadar düzenli ve sıkken (üstelik "ODTÜ arazisine el koyarım"vari Belediye Başkanı Gökçek çıkartmalarına rağmen); Hacettepe'de hiçbir değişim ve düzelmenin olmaması;  bu üniversite yönetiminde ne kadar  "isminin önü bol çıkıntılı,  çok fonksiyonlu yapışkan tıkaç"  olduğu hakkında daha ilk adımda fikir verebilir.

Bir de bazı bölümlerinde ders notu bulabilmek tam bir mesele!