29 Ekim 2009 Perşembe

 TARAF'ın  NTV  Asparagası

.
Taraf gazetesi, bu ayın 22'sinde bomba etkisi yaratan bir haberi manşetine taşıdı: "Ölüm helikopterinde  139  defa arandı"

"Bir kaza sonucu mu, yoksa suikastle mi öldüğü yönünde hâlâ şüpheler bulunan Muhsin Yazıcıoğlu'nun kaza gününde, kaza anı öncesinde helikopterde seyir halindeyken,  NTV'den 150'ye yakın kez arandığı; bu sayede manyetik alan yaratılarak uçağın düşürülmüş olabileceği;  ayrıca helikoptere yapılan telefon aramalarının kaza saatinden sonra aniden kesildiği"  şeklindeydi haber.

Tabii büyük dikkat çekti,  çok tartışıldı...
NTV'den özellikle Ruşen Çakır ve Mirgün Cabas'ın bu iddialara cevap verirkenki tavır ve tarzlarını görmenizi isterdim. Tam bir vakar örneği ve gazeteci inceliği sergilediler bence. Bunlar bizde nadide duruşlardır, kendilerini bizzat tebrik ederim.

Tüm olay,  NTV'nin saat ve zaman ayarını GMT saatine göre yapması ve Türkiye saati ile GMT saati arasında 2 saat gibi bir zaman farkı olmasından kaynaklanıyordu.  Sonradan bu bilgiyi  hem NTV'nin açıklamasından  hem de
24 Ekim tarihli Taraf manşet haberinden öğrendik.   (TİB Başkanı dün akşam açıkladı... Kayıtlar yanlış)


Taraf, NTV'nin olaya ironik yaklaşımını yansıttığı yandaki fotoyu kendisi de kullanarak manşetten özür diledi. Belgeye dayanan ama bilgiye dayanmayan, konu hakkında uzman kişilere bir ön danışma gereği bile duyulmadan manşete taşınmış ve üzerinden Ahmet Altan'ın boydan boya suçlayıcı bir köşe yazısı yazdığı
bir  Mehmet Baransu  haberiydi.


Ahmet Altan ne demişti peki?   (Yazısının son paragrafından alıntıdır.)
Ya savcının elindeki resmî telefon kayıtları hatalı ve biri savcıyı şaşırtıp soruşturmayı yanlış yönlendiriyor.
Ya da "biz aradık" diye canlı yayında itiraf ettiklerine göre NTV'den birileri o helikopterin düşeceğini, daha düşmeden önce biliyordu.  Hangisi?

(23 Ekim 2009,  "Ntv ve gazetecilik"  -  Taraf)


Devam eden bu hengâmelerin ardından  Ruşen Çakır; Taraf'ın ve Taraf'ı yönetenlerin kibrinden rahatsız olduğunu, Ntvmsnbc'deki  "Ahmet Altan ve gazetecilik"  başlıklı yazısında dile getirdi.  O kibrin, kendisini ve beraber çalıştığı ekibini, üstünkörü bir habercilikle "suikastçi" veya "komplocu" gibi sunmasından; haklarında hak edilmemiş şüpheler yaratmasından dolayı tepkisini ortaya koydu.  "Ne kadar başarılı ve etkili olursa olsun; bir gazeteye, gazeteciye ve gazete yöneticisine hiç yakışmayan bir tutumdur kibir" diye başladığı meramını dile getirme yazısını, "Ahmet Altan bir telefon açıp Mirgün'den ve onun şahsında tüm Ntv çalışanlarından özür dilemek zorundadır" diye sonlandırdı.  Aralarda bir yerde Mehmet Baransu'yu asla affetmeyeceğini de söyledi.

Belgeler mühimdir. Ama belgeleri doğru şekilde yorumlamak daha da mühimdir. Taraf, bir şekilde elde ettiği belgeleri böyle acelecilik ve aman sendecilik anlayışıyla gündeme sürüyor, onların üstünden çok sivri ve hedef gösterici yayınlar yapıyorsa;  bu iftiranın yanı sıra çok ciddi bir tehlikedir de aynı zamanda.
Bir sözlük sitesinde konuyla ilgili şahsi yorumum şöyle olmuştu:
"Duygusal, heyecanlı, kibirli ve yüksek tepki verme eğilimindeki Ahmet Altan ile; bir türlü çözemediğim, çözülemeyen kadın gazeteci Yasemin Çongar'ın yönetimindeki bir yayın organı olarak;  22-23 Ekim 2009 tarihli manşet ve kimi köşe yazılarında, etik ilkeler ile gazeteci inceliklerini rafa kaldırmış bir habercilik anlayışı ortaya koyarak  asparagasın dibine vurmuştur Taraf.
Beri yandan, -bu kelimenin azami gereksiz kullanımla fazlasıyla anlamından soyutlandığını bilsem de-,  romantik bir adamın yönetimindeki bir oluşumda, karşılaşmamın hayret vermeyeceği şeyleri yaşatmaya devam ediyor.
Arzu edenler  romantik adamlardan da mantık beklemeye devam edebilir.
(#17085748,  Ek$i Sözlük)


Bu olayla ilgili dikkate değer bir başka kritik ise Taraf gazetesi bünyesinde medya eleştirileri yapan gazeteci Alper Görmüş'ten geldi.  Alper Görmüş, 27 Ekim 2009 Salı tarihli Medya İronik köşesinde şöyle diyordu:
Benim algılamama göre;  bu türden hatalar, büyük bir habere imza atacak olmanın yarattığı mesleki-insani coşku ile "gazeteci kuşkusu" arasındaki savaşı birincinin kazanması sonucunda ortaya çıkıyor.
...
Gazete yöneticilerinin,  "NTV ile konuş, sonra getir haberini" demek yerine  bu işe kendilerinin girişmelerini,  muhabiri hataya sürükleyen "patlatalım şu haberi" aceleciliğini onların da paylaştığını gösteriyor.
...
Bu sonuçta,  Taraf'ı beğensin beğenmesin bütün okurlardaki "Sarsıcı haber beklentisi"nin de büyük payının olduğunu düşünüyorum. Bu bir tuzak. Bir gazete gündemi belirleyen gazete olmak gibi bir imaj edindiğinde  okurlar bir beklenti içine giriyor, bu duygu zamanla okurlardan gazetecilere sirayet ediyor ve okurlar gibi onlarda da  bir tür bağımlılığa yol açıyor.
Bunu zorlamaların, abartmaların, "gündem belirleyecek haberler"  söz konusu olduğunda şüphe eşiğini aşağı çekmelerin izleyeceğini tahmin etmek zor değil.
(Tüm yazı için bkz.)



EDIT:   Bu da birkaç ay sonrasında  Ek$i Sözlük'te yazılmış  dikkate değer bir yorumdu:

       25.01.2010  tarihli  'Tecrübe Konuşuyor' programında,  Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni  Ahmet Altan  tarafından  'Tamam özür diledik ama bizden çok Ntv suçlu' ya yakın bir mantıkla yeniden gündeme getirilmiştir.  Altan,  'Madem GMT yi biliyorlardı  neden 48 saat sonra bunu açıkladılar  demek ki ortada birşeyler var'  diyerek kendi kılıç yarası mantığını sürdürmüştür.
Oysa haberin çıktığı gün yapılan  Yazı İşleri  programında  Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır,  aramaları bizzat Cabas'ın yaptığını,  arama saatlerindeki tutarsızlığın nedeninin birçok sebepten kaynaklanabileceğini  (yaz saati uygulaması,  kurumlar arası kayıtların farklı tutulması  veya  başka bir hatanın olabileceğini)  söylemişlerdi.  Ahmet Altan,  haberciliği  'bir olayı duyar duymaz kesin yargıya varıp aktarmak'  olarak değerlendirdiği;  işin mantık, ahlâk ve gerçeklik boyutuyla bu kadar az ilgilendiği için,  aylar sonra bile  aynı yerde gezinmeye devam ediyor.  Yani haklı olarak çok eleştirdikleri  'asker yanlış yapmaz'  mantığının bir benzerini  kendisi sergiliyor.  Bu yüzden Taraf  bir yandan kendisine servis edilen planları, gizli evrakları, dökümanları yayınlayarak büyük işlere imza atarken;  bir yandan da onları aklın süzgecinden geçirmediği için ciddiyetini kaybediyor, güvenirliliğine zarar veriyor.
(ershi  -  #17966250, 26.01.2010)

12 Ekim 2009 Pazartesi

Magazin  Saltanatında  Timuçin ESEN  denen bahtsız bir kul


Ekim ayının ikinci haftasına girerken şöyle bir olay oldu. Değinmek istiyorum kendimce...

Timuçin Esen, duyduğum ve anladığım kadarıyla, magazincilerle konuşmak ve onlara malzeme vermek istemeyince, muhabirler tarafından sözel + fiziksel tacize uğruyor ve tartaklanıyor. Üstüne bir de "Basına saldırı! İçkili içkili üstümüze saldırıyorlar" tadında Beyoğlu Polisi çağrılıyor. Hayır, görüntülerin tamamını izlemedim. Ama zaten izlemeye gerek yok, Türk basınında bilmem kaçıncı suyunun suyunun suyu bu.

Kalkıp Timuçin Esen'in yerlerde sürüklendiği bir fotosunu koyacak da değilim.  Buyrun buradan yakın bakalım:

Daha önce çeşitli yazılarımda değindiğim gibi, Türkiye'de hem 12 Eylül, hem Özallaşma (bilinçsiz liberalleşme?) hem de kültürel eksikliklerin yarattığı geniş boşlukta büyük bir "Magazin Saltanatı" kuruldu. En büyük gazetelerimizin, en büyük tv kanallarımızın güzide demirbaşı olmakla kalmadı magazin; ana haber bültenlerine, ama asıl en önemlisi her habere, haber diline, siyasete,  kısacası her şeye bulaştı.
"Yapay bir gündem"  oluşturuldu.

Ülkemizde, yakın çevremizde ve dünyada çok önemli olaylar olurken; tarihimizde yüzleşmemiz gereken nice tanımsızlıklar varken; Orta Doğu'da yeni haritalar çizilip esaslı bir alt-üst oluşun eşiğindeyken; bizler evlerimizde "aldatma/aldatılma hikayeleri"ni  izledik senelerce...
Bir takım kadınların yeni doğmuş bebelerinin gaz çıkartmaları veya bademciklerinin şişmiş olması veya sadece "agu" demiş olması bile en büyük ulusal gazete ve televizyonlarımızda manşet kıvamındaki yerleri işgal etti.

Bütün bu "Uyumak güzeldir" seanslarında, ünlü kişiler de magazincilerle ele ele kol kola "pek içli dışlı" bir bütünlük sergiledi.  Sık sık magazinci abilerini arayıp dertleştiklerini, yaz tatilinde bir yere gitmeden önce arayıp bilgi verdiklerini, aldatma haberlerini beraber konuşarak hazırladıklarını olaylar yatıştıktan sonra kendileri çıkıp  Esra Ceyhanlarda Meyhanlarda anlattılar. "Enseye şaplak göte parmak" kıvamında bir popüler kültür düzeyi oluştu böylece.

Ünlüler ile aradaki bu sıkı fıkı, al gülüm-ver gülüm ilişkiye bir de gazete tepelerindeki kont'lardan magazine verilen büyük krediler eklenince; sokaktaki haberi toplayan  cahil ve törpülenmemiş muhabir güruhu iyice köpek sürüsü gibi olmaya başladı. Ve nedense hep "kendi halinde takılan, onların önüne et atmayan adamlar"a  çemkirdiler.

Bu son olayda ise özellikle magazin eleştirilerinin sadece muhabir ve kameramanlar ile sınırlandırılması beni oldukça rahatsız etti.  Sığ bakan bir toplumuz bence.  Olayları tek bir açıdan (genellikle de sadece görünen açıdan) değerlendiriyoruz,  meselelere sığ bir anlayışla yaklaşıyoruz.

      Kuzum sizin "muhabir" dediğiniz kimdir? Bir anlamda emir eri değil mi? Tamam, o da eleştirilebilir, o da yaptıklarından mesul elbette. Ama Türk Medyası'ndaki hakim bakış açısı ve gazete yöneticilerinin tutumu böyle olmasa  onlar bu kadar  kudur(a)maz  zaten.
Magazin her toplumda ilgi çeken bir şeydir nihayetinde. İlgi çekiyor diye bizim kadar bunu yaygınlaştırıp, her haberi magazinleştirme anlayışından da muhabirler mi mesul peki?

Ve tabii olay ilgi çekti, çok konuşuldu. Bence bu olayla ilgili kaleme alınmış en bütünleyici yazı Yıldırım Türker'den geldi. Bazı yerlerine bir bakalım hele:


"Şahsi hayat pazarlaması pazar oldukça, eli otomatik kameralı bir güruh gece sokaklarında önlerine çıkana kök söktürüyor doğal olarak. Çünkü sıcacık evlerinde-bürolarında kendilerinden nasıl ve ne yolla olursa olsun 'haber' bekleyen amirlerinin elinde, sendikasız ekmek paraları.
Antalya Film Festivali'nin gala gecesine katılan Nurgül Yeşilçay ve Cem Özer kollarına siyah bantlar takarak Timuçin Esen'e reva görülen zulmü protesto etmiş. Bantların gerekçesini öğrenen magazin basıncıları da onları kamera ve mikrofonlarını yere bırakarak protesto etmiş. Aman da ne onurlu bir direniş! Oysa kendilerini yalvar yakar uzaklaştırmaya çalışanların karşısında kamera ve mikrofonlarını yere bırakmak ne kelime, insanların kafasına indirmeyi de iyi biliyorlar.

Timuçin Esen, genç bir oyuncu. Şimdiye dek magazincilerle hiçbir enseye tokat göze parmak ilişkisine girmediğini biliyoruz. Kendini ve hayatını korumaya çalışan, şan şöhret peşinde çırpınmayan bir vatandaş olarak ne bir söyleşi ne bir demeçle ödüllendirdi magazincileri. Başına gelen ve sonunda basın etiği tartışmalarına neden olan olayları mahcup maskeli basınımız yine de bölük pörçük, basbayağı montajlı veriyordu.
...
Esen'in sorgusunu, bir memur, bankın üstünde yapıyor. Komiser görünmüyor. Ama komiserin makamına rahatlıkla girip çıkan magazinciler adeta nispet yapıyor.

Alkol muayenesi için, nedense, Esen'i İncirli'ye götürüyorlar. Öyle kolay olmuyor ama. Esen bindirildiğinde kapıda bekleyen magazinci ordusu bu kez polis minibüsünü yumruklayıp sallıyor. Bir yandan da küfürler savuruyorlar. Elbette ana temaları, "Seni biz yarattık". İlginçtir, minibüsü yumruklanan polis, magazincilere engel olmuyor. Timuçin, neden engel olmadıklarını sorduğunda memurlardan aldığı cevap da pek ilginç:  "Emir büyük yerden."
...
Taksim İlkyardım Acil'de bir doktor Esen'e "Sabahlara kadar çıkar gezerseniz böyle olur" muamelesi çekince orayı terk edip Karakol'a dönülüyor. İfade verildikten sonra dikişler Amerikan Hastanesi'nde atılıyor.
...
Kendilerinde vehmettikleri güç, gazetelerindeki büyük ağabeylerinin de kendilerinde hissettikleri zorbalık hakkı. "Seni biz yarattık ulan!" diye haykırdıkları adamın kendilerine şimdiye kadar bir kelime demeç bile vermemiş olması da mutlaka öfkelerini kışkırtmıştır.

Hepsinin büyüyüp yerine geçmeyi umduğu Bakan edalı Kenan Erçetingöz olay üstüne ne demiş:
"Ne oluyor böyle anlamadım? Bunlar zavallı, şöhretini kaybetmiş ya da eski şöhretini koruyamamış, aile yapısı bozulmuş, kendini alkole vermiş kişiliklerin davranışları. Ahh bu magazinciler. Ne hallere düştüler. Şuraya bak, şamar oğlanı gibi gelen vuruyor, giden vuruyor. Böyle giderse, yakında ipini koparan saldırmaya başlayacak ve kötü durumlar yaşanacak.  Benden söylemesi..."
Kısacası, bunlar aynı zamanda ahlâk polisi. Emniyet'le bu kadar iyi anlaşmalarının nedeni de budur mutlaka.

(Yıldırım Türker  -  12/10/2009, Radikal  -  bkz)


Timuçin Esen'e magazinel saldırı:  Gördüğünüz gibi, olay bir insan hakları ihlali. Tam bir insan hikayesi... Nedense hep böyle kendi halinde yaşamak isteyenlerin başına geliyor. Çünkü biz toplum olarak, insanlık onuru adına bunu reva görüyoruz onlara. Ve olay akışına dikkat edin, herkes gücü yettiğini eziyor. Yoksa bir doktorun görevi hastasını tedavi etmek; hele ki bilmediği bir olayın öncesi hakkında laf sokmak değil. Yahu bu nasıl zalimliktir? Ve bunu yapan eden adam üniversite mezunu, dikkatinizi çekerim.  İşte Türkiye'deki sorun:
Eğitimle (kara) cehâlet gidiyor,  ama eşşeklik baki kalıyor.
Belki de cehâletin sadece kamufle olmasından,  aslında taaa içimizde,  en merkezimizde kalakalmasından...


İlgilenenlere, bundan sonrası Ekşi Sözlük'ten karışık ve rötuşlanmış çeşitli yorumlar:

* oradaki işgüzar (!) polisin de kelepçe takması nedir? yani bu adam, adam mı öldürdü  bankamı soydu  nasıl bir rezilliktir bu? terörist muamelesi görmüş kendisi.  buna mukabil, teröristlerin dahi böyle bir müdahaleye maruz kaldığını görmedim ben.

* ünlü olmadığım halde benim bile o kadar yakınıma girseniz aynı muameleyi görürsünüz. niye mi? çünkü siz diyaloğa girmenin ne olduğunu öğrenmemiş, kendini haberci zanneden zavallı mahluklarsınız.

* türk magazin basınının kendisini ne olarak gördüğünü bana göstermiş başarılı oyuncu.

* timuçin esen'i sağlık kontrolü için karakoldan çıkartırlarken  spikerlerden biri kendisine "sizi buralara getiren magazin basınına yaptığınız saldırı doğru mu?"  şeklinde bir soru soruyor.
hiç bir yeteneği olmadığı halde,  meşhur olmak adına kendileriyle iyi geçinip çeşitli tavizler veren o kadar çok şarkıcı ve oyuncu var ki, doğal olarak muhabirler kendilerinde her ünlü kişiye bu kadar fütursuzca sataşma hakkını bulabiliyorlar. ayrıca olmayan şeyleri kendilerinin olmasını istediği gibi aktarmaktada üstlerine yok. kim bilir olayları önümüzdeki hafta programlarında nasıl kesip biçip allayıp pullayıp göstericekler.


* dün gece polislerden işkence görmüş ve magazinci denilen insan bozuntuları tarafından da toplu tacize maruz kalmıştır. sen ki polis efendi, cem garipoğlu'nun üstüne böyle saldırmadın, hayatında kimseye zarar veremeyecek bir adama mı bunu yapıyorsun?

* magazini sevenler ve magazine malzeme verenler bir bardan kafeden çıkınca,  hemen yanına yaklaşır bu magazinciler.  "hülya hanım yakşamlar! ekiki!" der bir iki cümle almaya çalışırlar. magazini sevmeyenlere de gerçekten gerizekalıca sorular sorarlar, taciz maksatlı.. "çokmu içtiniz? sevgilinizlemiydiniz?" gibi.. bu sorulara cevap vermeyen insanlar, küfrü yiyene kadar soru sormaya devam eder, küfrü yiyince de "aha çok güzel haber oldu lan!"  diyerek hemen kanallarına koşarlar.

...demeç vermek istemeyen bir sanatçı, sorularla taciz edilip tepki verince polise veriliyor. ve işgüzar polis daha olayı bilmeden, sırf belki alkollü ve bağırıyor diye sanatçıyı yerde sürükleyip kelepçe takıyor. peki bu magazinciler ne yapıyor?  içlerinden biri,  "memur bey tamam sorun yok" diyor mu?  hayır.  çekim yapmaya,  aptal aptal laflar etmeye devam ediyorlar. çünkü ertesi gün ana habere koyacaklar bunu "timuçin esen polise saldırdııı! assssonraa!"  diyerek.

* yaşadığı bu ülkede, insan olanın insanca muamele görmediğinin örneklerinden sadece biridir.

* yarattığınız kolpa gündemden öyle sıtkımız sıyrıldı ki...

* timuçin esen ne zaman size bir malzeme vererek bir yerlere geldi?  kendisini sizden değil  oynadığı film ve diziden biliyoruz.

* aktörün işi filmlerde veya dizilerde oynamaktır daha fazlası değil. isteyen magazincilere götünü yalatmaya devam eder, isteyen efendi efendi içip evine gider. ajitasyon ise gömleğinin kolunu yırtan, kamerasının mikrofonunu çıkarıp "kameramı kırdılar abi, basına saldırı ehühühü" diye ağlayan götleklerin yaptığıdır.

* her durumda kendileri haklı. kesinlikle sahaya sürdükleri genç, tecrübesiz ve bilgisiz elemanları sorgulamıyorlar. yok efendim polis abartmış olayı. polisin tavrı herkese zaten belli yeni bir şey değil bu, ama değişmeyen tek şey muhabirlerin sırf değişik bir şey yakalamak uğruna yakaladıkları ünlüyü sıkıştırmak.. her durumda kendileri haklı, kesinlikle sahaya sürdükleri genç, tecrübesiz ve bilgisiz elemanları sorgulamıyorlar.

* ilkel bir ülkenin cahil insanlarının hayatta kalmaya çabalamalarının kurbanlarından biri.  leş yiyicilerin yeni leşi.  hayatta bu kadar utandığımı çok az hatırlarım.

(azigazicam, syd, frenchkiss, bellagio, opvea, baykus, mucize, ext12eme, rr doruk, entryca, emile ajar  -  Ek$i)

9 Ekim 2009 Cuma

Gündemdekiler Kısa Kısa  (Ekim 09)

Bazı başlıklar ve kişisel yorumlarımla Ekim ayına şöyle bir bakalım:


Ekim ayının ilk günlerinde, Deniz Seki tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

7 aydan fazla çeken hapishane günleri böylece bitmiş oldu. Kendisini azıcık tanıyorsam, zamanla gene bir musibete/belaya bulaşacaktır. Bayhan olayı, bilmem kaçıncı uyuşturucu olayı, aldatmalar/aldatılmalar... Kadın çekiyor bunları. Ne var ki mesleğini seviyor. Güzel şarkıları, müzikleri var. Uzun zamandır da kendi şarkılarını kendisi yapıyor.

Kadın olarak dünyaya gelmesi büyük bir şans; zira hem bedensel hem ruhsal olarak  "kadın"  (feminen)  bi tip Deniz Seki.

---2014'te gelen  Edit:
Nitekim öyle de oldu.  Deniz Seki,  2014 Kasım'ında  "uyuşturucu ticareti yapmak"  suçundan  üç yıl yatmak üzere tekrar hapse girdi.
Girişi de çıkışı da medya tarafından ilgiyle takip edildi.
Bakalım daha ne belaları üzerine mıknatıslayacak bu Yengeç kadını?---




YÖK Başkanı'nın oğlu dayakçı çıktı ve okul arkadaşını hastanelik etti. Başlangıçta "Oğlumla ilgisi yok" diyen Yusuf Ziya Özcan, sonradan çocuğun ailesinden özür diledi.

Kendisinin bir gazeteye verdiği açıklamaları şöyle:
"Aslında benim oğlanın olayla ilgisi yok...  3. katın tuvaletine çıkıyorlar, ilk olarak benim oğlan bir tane vurmuş başka da vurmamış. Ama benim oğlan biraz büyük olduğu için sanırım hızlı vurmuş.  Çocuk yere düşerken kalorifere  ve  lavaboya çarpmış."

Bu seferki YÖK Başkanı,  YÖK kurumunu bence çok güzel temsil ediyor. "Benim oğlan"  ve  "Yere düşerken kalorifere ve lavaboya çarpmış" açıklamalarına bir yerlerden baya bir aşinayız halbuki.



MHP'li Oktay Vural,  "Türk Milleti mozaik değil mermer" demiş.  Erdoğan'a da "Mozaikistan Başbakanı mısın sen!"  diye çıkışmış.

(Bu durumda kendisi de  "Mermerlerin temsilcisi, Mermeristan Muhalefet Partisi Grup Başkanvekili" oluyor  :p)




Levent Kırca  gazetecilere saldırdı.
Bir zamanlar adının aşk dedikodularına karıştığı bir hanım ile görüntülendiğini fark edince sinirlerine hakim olamayan oyuncu,  habercilerin üzerine yürüdü.


Kamer Genç'in  "çiçek sulama" parodisini yapmaya benzemiyor tabii gerçek hayat.  Hele de kendi özel hayatın söz konusu olduğunda.

O değil de...
"Sanatçı topluma örnek olan insandır"  zırvalarının beyinlere işlendiği ülkemizde;  "Flaşların patlaması için yırtınan bi dolu hoppa varken  ne diye Levent ustaya bulaşırsınız?"  gibi internet tepkilerini okumak gerçekten şaşırtıcıydı.  O Levent Kırca değil miydi  "Maraba Televole!"  deyip pis pis sırıtan?  Yıllarca en çok izlenen dipsiz magazin programı Televole'yi jenerikleyen?  Senelerce dinledik.  Bu kadar da balık hafızalı olmayalım artık.




Orhan Pamuk'a  dava yolu açıldı.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, yazar Orhan Pamuk hakkında, İsviçre'de yayımlanan bir dergiye verdiği röportajdaki "30 bin Kürt'ü ve 1 milyon Ermeni'yi öldürdük" sözleri nedeniyle manevi tazminat davası açılabileceğine karar verdi.

Mayıs  ayında başlamıştı zaten bu süreç.




Ve Ergenekon:  Yarbay Dönmez'e oybirliğiyle tahliye.
Genelkurmay Askeri Mahkemesi,  Ankara Yenikent'teki Zir Vadisi'nde bulunan mühimmatlarla ilgili yargılanan  Yarbay Mustafa Dönmez'in  oy birliğiyle tahliyesine karar verdi.

Radikal gazetesindeki habere gelen yorumlar ilginç:  (bkz)


5 Ekim 2009 Pazartesi

 Bugünlerde nelerle meşgulüm?


Evet, Ara Nağme yazılarım devam ediyor...
Ekim ayına da girdik nihayet,  zaman su gibi akıp gitmekte yine.  Şu blogda Gündem'e de kendimce değinen biri olarak,  sanki Deniz Seki'nin hapse girdiği  Şubat  ayından bugünlere nasıl bu kadar çabuk geldik ki!

Neyse efendim. Diyeceğim o ki bu aralar meşgul olduğum bazı mevzular var. Madde madde bakalım:



1) Fonksiyonel Gıdalar ile ilgili bir araştırma yapıyorum. Ülkemizde şimdilerde daha çok probiyotikler, nutrasotikler, enerji içecekleri boyutunda da olsa ilgi çeken bir mevzu. Omega yağ asitlerinden tut, soya ve beta-glukanlara kadar geniş bir yelpazede yediklerimiz ile bedenimiz-ruhsal dengemiz arasındaki ilişkiler... Belki burada da bir şeylere değinirim ilerde.


2) Ankara'ya bedensel, ruhsal ve yaşamsal olarak adapte olmaya çalışıyorum. Bir türlü sevemediğim,  aynı zamanda kopamadığım bu şehir...

3) My Brute  hesaplarıma devam ediyorum...  Daha 13.level'dayım  :p
Klanıma gelmek isteyenleri buyur ederim efem:
Twins & Brotherhood

4) Bazen Ek$i'yi özlüyorum. Yani bu ay oldu böyle bişeyler...
(bkz: Ek$i Sözlük vs Private)

5) Arada da amme hizmeti olarak Tureng Sözlük'ün interaktif oluşumuna katkı sağlıyorum.  http://int.tureng.com

Yabancı dilde öyle bazı ifadeler var ki,  elinizin altında iyi bir sözlük dahi olsa ne olduğunu çıkartamıyorsunuz.  Hele ki deyimler ve günlük kullanımlarda geçen ifadeler tam bir sorun.  Eğer özenle oluşturulursa  fayda sağlayacağına inanıyorum bu çalışmanın.