31 Mart 2009 Salı

 Gündemdekiler (Mart 2009)-2

.
27 Mart - Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun, Çağlayancerit ilçesindeki miting sonrası bindiği helikopter öğleden sonra düştü. 28 Mart'ta enkaza ve 5 kişinin cesedine ulaşıldı. Kazadan sonra 112'yi arayıp yardım isteyen İHA muhabiri İsmail Güneş ise birkaç gün daha arandı.
Sonunda o da bir kaya oyuğunda donmuş olarak bulundu.

Muhsin Yazıcıoğlu, kalabalıklar ve yaldızlı cümleler içerisinde defnedildi. "Maraş dağlarında bir kaza ile düşüp donarak ölmesi ise sabredenlere ilahi adaletin dokunaklı bir tecellisi" idi.



Uğur Dündar - Ergenekon'u sulandırmak maksadıyla dikkatleri farklı yönlere çekmek adına elinden geleni Mart ayında da ardına koymadı ve kendi şahsında yeni bir boyut açtı.   (bkz:  Uğur Dündar'ın ekran şovu)

Bu saçmalıktan bir gün sonra da  Sabih Kanadoğlu'nu  canlı yayında kabul ederek, "Ergenekon Davası'na askeri mahkeme bakmalıdır" tezini işlemeye başladı.  RTE,  katıldığı bir canlı yayında Uğur Dündar için "Kimyası bozulmuş" diyerek kısa ve net bir tespitte bulundu.



Ergenekon Davası,  2. iddianamesi ile bir yerlerde  ("Ordaaa bir köy var,
ay pardon  bir mahkeme var uzaktaaa"  kabilinden)  devam ediyor.
Şöyle bir düşünüyorum da; Kemal Kerinçsiz, Yasin Hayal ve korkunç işkenceler yapmış bu bir dizi adamın birbirlerini bulması tesadüf olmasa gerek. Zira hepsi sorunlu, kötülüğe teslim ve cinsel sorunları olan adamlar gibi duruyor. Birinin konuşmaya başladığında daha 2. cümlesinde alnından terler boşalıyor, diğerinin üst ve alt dudağı bir türlü birbirine değmiyor. İnsanoğlunun en uysallaşacağı ortamlarda bile şahıs sorun yaratabiliyor.

Şimdi bir de bu ay içerisinde, Silivri Cezaevi müdürlerinin, Ergenekon sanıklarına özel muamelede bulundukları iddiasıyla açığa alınmaları gibi bir durum oldu.
Neticede içeriden Kerinçsiz,  dışarıdan Kanadoğlu çalışıp didiniyor.
Meseleleri şu:  "Amman mahkemeye Askeri yargıçlar baksın!"
Dikkat edin  "Ergenekon yoktur demiyorlar  ya da  adalet istemiyorlar. Onlar askeri yargıç istiyor! Askeri yargıçların da ne şekilde karar verdikleri Şemdinli olaylarında da  Karargah Evleri'nde de görülmüştü."



Nihayet yerel seçimler bitti. Sonuçlar için bakınız:  29 Mart Yerel Seçim Sonuçları

Bu sefer de "Sonuçların yorumlanması" dönemi başladı. Siyaset içindeki ilk zehirli sözler Cemil Çiçek'ten geldi. Sonuçlar karşısında Murat Karayalçın aktif siyaseti bırakma kararı alırken,  Kılıçdaroğlu  Kadir Topbaş'ı tebrik edip  "Yanlış işler yaptığında yakasında olacağını"  söyledi.



Münevver Karabulut cinayeti sır olmaya,  Hayyam Gariboğlu'nun yeğeni olan katil zanlısı erkek arkadaş Cem G. de kaçmaya devam ediyor.

(bkz:  Münevver K. cinayeti)

 29 Mart 2009  Yerel Seçim Sonuçları


AKP  -İzmir'den başlayarak kıyı şeridi hariç-  neredeyse her yeri aldı.  MHP yerel seçimlerde çıkış yakalayan partilerden biriydi. Aslında yurt genelinde toplamda CHP'ye yakın oy almasına rağmen,  illerde çoğunluğu sağlayamadığından görece daha az ilde belediye başkanlığı aldı.
DTP,  Güneydoğu illerinde adeta blok oluşurdu  (Tunceli dahil).


İlginç ve heyecanlı olan bazı gelişmeler şunlardı:

_ İSTANBUL'da Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP beklenmedik bir çıkış yaptı. Kıyasıya rekabet gerçekleşti  Kadir Topbaş ile aralarında.

_ ANKARA'da  Melih Gökçek  yine oy çoğunluğuna ulaştı.
15 senedir başkentin Büyükşehir Belediye Başkanı.  Bunca senedir yıpranmadan şahlanmaya devam ediyor, karşısına çıkan adaylar da oyları aralarında bölmeye... Hayret.

_ İstanbul ve Ankara'daki seçim gecesi yaşanan elektrik kesintileri;  elektrikler kesilmeden önceki ve sonraki oy dağılımında farklılıklar olduğu iddiası,  Ankara Yenimahalle'deki garip olaylar ve bazı bölgelerde seçime katılım oranının % 106 çıkması ile özetlenebilecek bir "tantanalar silsilesi".

_ Herkesin kendini 1. ilan ettiği bir seçim oldu.  Özellikle Ankara ve İstanbul'da olaylar hızlı gelişti.

_ Ankara'daki belediye seçimlerinde  İşçi Partisi (İP)
4. büyük parti oldu  ve  6000'den fazla oy aldı.  (Perinçek)

_ RTE ve AKP'nin büyük iddiaları,  yoğun para akıştırmaları ve  "Diyarbakır'ı açık ara önde biz alacağız"  önermelerinin neticesinde;  Diyarbakır Belediye Başkanlığı'nı açık ara önde yine  Osman Baydemir  aldı.



Ekleme:   Bir de  Türk Medyası  ile ilgili bir ekleme yapmak istiyorum burada.  Akşam saat 19:00'dan  itibaren sonuçlar verilmeye başlandığında,  çevremde  Star Ana Haber  ve  Uğur Dündar  seyrediliyordu.  Muhabirler üstünü basa basa,  "Bu seçimlerde özellikle Marmara'nın sanayi kentlerinde büyük değişimler olacağını"  söylüyor,  Uğur Dündar da tebessüm ediyordu.  Hatta muhabirlerden biri  "Bursa'da oyların  DP ile AKP arasında bölüneceğini, CHP'nin sıyrılacağını"  falan söyledi.

Bir şeyleri kaçırdıysam lütfen düzeltin.  Sonuç itibariyle gene neredeyse her yeri AKP aldı.  "Oylar bölünecek" dedikleri Bursa'da  büyük çıkış yapacağını iddia ettikleri  DP (Demokrat Parti),  büyükşehirde ancak %5  kadar oy aldı! Anlayamadım bu nasıl bir bölünme?  Neyi amaçlıyordu bu yalan bilgilendirmeler?  Neden milleti gazladılar?
Anlamak zor.  Ama artık şaşırmıyorum söz konusu  Uğur Dündar  olunca...



27 Mart 2009 Cuma

 Ankara  ve  Melih Gökçek


Yarın nihayet yerel seçimler yapılacak ve artık bu hengâme ve bol gürültü yumağı da bitecek.

Bir süredir Ankara'da kalıyorum.  Ankara'yı sevdiğimi söyleyemem. Ama düzenli bir şehir. Memur ve öğrenci şehri.

Bugüne kadar buranın belediye başkanı Melih GÖKÇEK hakkında çok şeyler duymama rağmen hiç konuşmadım. Siyasetin kirli bir şey olduğuna inanıyorum, o yüzden de pek bu alana girmiyorum.  Ne var ki Ankara'daki durum artık siyaseti çoktan aşmış durumda.

Özellikle başta şehir merkezi Kızılay, Kızılay ara sokakları, Bahçelievler ve Emek olmak üzere;  şehrin önemli yerleşim ve iş merkezlerindeki  sokak kaldırım taşlarının yarısına yakını kırık!  Sene başında buraya geldiğimde ufak bir şok yaşadım aslında. Zira şu an kıytırık Anadolu kasabalarından biriymiş gibi dökülüyor Ankara.  Bir valizle, ağır bir çantayla yaya gitmeye  veya  yağmurda yürümeye kalkmayın. Şemsiyeniz olsa bile, daha iki apartman geçene kadar kırık ve çatlak kaldırımlar yüzünden batıp çıkıyorsunuz zaten. Altyapı berbat!  Özellikle göletler ve saklı kırıklar arasından fışkıran sular karşısında ayakkabıların ömrü kısaldıkça kısalıyor. Pantalonların hali ise içler acısı.

Son yıllarda inanılmaz şekilde ve adeta kasıtlı olarak  göz zevkini, şehir düzenini bozucu projeler yapılmış Ankara'da. Bunlardan biri de  Milli Kütüphane'nin  hemen karşısındaki Gökkuşağı denen yapılar.  Yoldan  (İsmet İnönü Bulvarı) karşıya geçişleri tehlikeli hale sokabilen bu dükkan-tren benzeri ucubeler,  kalabalık saatlerde araç sürücülerini de zorda bırakıyor, zira yolu daraltıyor!  Sinek avlayan bu "mimari hata"  statüsündeki yapıları hangi zevksiz insan diktiyse artık!

Oraya araç geçişi için alt geçit yapıldığında ne sevinmiştik oysa.  Artık bu yolda  karşıdan karşıya  geçişler çok daha rahat olacak diye... Ve maalesef sevincimiz kursağımızda kaldı.  Kısa zamanda hemen yol üstüne bu tren yolu gibi, ara geçit vermeyen ucubeler dikildi.
Neticede Gökkuşağı Projesi'ni her görüşümde sövüyorum. O tarafı bilen anlar.

Bir de gece-gündüz yanan sokak lambaları var.  Ankara-Eskişehir yolundaki  ve  Diyanet İşleri Başkanlığı önündeki ve  bazı ara sokaklardaki lambalar,  gece de  gündüz de sürekli yanıyor!  Tasarruf yapalım diye semtlerdeki sokak lambalarının voltajını düşürüp karanlık ve güvensiz sokaklar yaratırken,  buralarda gece-gündüz ışık yakmak ne demek? Bu nasıl bir israf kültürüdür?  Nasıl bir dengesizliktir?
Her Diyanet Takvimi'nde  sayfalarca  "İsraf"  konusunu işleyen  Diyanet Holding'ten,  yazdıklarına/söylediklerine gerçekten inanan bir mümin kimse de çıkıp telefon açarak belediyeyi uyarmaz mı bu gündüz yanan lambalar hakkında?

Velhasılında Melih Gökçek seçilirse,  gecekondu  ve varoşlar  ile  nüfus fazlalığının (demografi)  Türkiye'nin en ciddi sorunları arasında olduğuna inancım bir kez daha perçinlenmiş olacak.
Umarım yanılırım.


SON SÖZ:
29 Mart  Yerel Seçim sonuçlarına göre  Ankara gene Melih Gökçek'e teslim.
(Dökülen kaldırım taşları da  CHP'li Çankaya Belediyesi'nin nazar boncukları imiş.)

26 Mart 2009 Perşembe

 Uğur Dündar'ın ekran şovu


Uğur Dündar'ı,  seneler öncesinde Çeçen direnişçiler tarafından kaçırılan bir gemiye canlı yayında helikopterle inerken hatırlıyorum. Tabi çocuktuk, fazla kafamız basmıyordu.  (Unutmayın,  "Türkün aklı geç gelir.")
Amma velâkin gene de işin içinde bir bityeniği olduğu şüphemiz vardı. Öyle ya! Sen kaçırılan gemiye helikopterle in, yarım saate yakın çekim yap, gene de kimse senin güvertede olduğunu fark etmesin, yanına gelmesin! Üstelik hadi sen helikopterden atladın, o esnada aşağıdaki güvertede senin atlama görüntülerini çeken kamereman ve eşek kadar kamerası ne zaman, nasıl atladı? Fakat bunlar mühim değil, her şey açık. Yalnız belirtmek isterim ki Uğur Dündar'ın kaç metreden atlama taklidinde dahi, kravatı yarım santim kadar bile yana kaymamıştı.  O kadar Hollywood'vari bir insan!

Sonra Gıda sektörüne el attı, iyi de oldu. Merdiven altı işletmelerin bazılarını ekrana taşıyarak insanlarda "Gıda" konusunda hassasiyet yarattı. Hoş Türk pazarında büyük firmalar tarafından üretilen ve kanserojen etkili nice maddeler var.  AB'ye ve Amerika'ya gönderildiğinde sınırlardan dönenlerin nice beterini biz dünyanın parasını ödeyerek yemekteyiz,  ama BÜYÜK İŞLETME  olunca dokunmak zor tabii...

Bir süredir de Star Haber'i sunuyor.  Çevremde Dündar'ı izleyen çok kişi var. Doğrusu artık numaralara, zoraki taraflılıklara karnım tok.  80'lerde haddinden fazla  Ertürk Yöndem  izledim ve yetti.  Ekstra bir yerim yok ruhumda...

Şimdi bu adam geçen gece ekranda  2. Ergenekon İddianamesi ile ilgili acınası bir şov yaptı. Daha şova başlamadan "Uğur Dündar'ın çıldırdığı" meâlindeki alt yazı belirdi ekranda ve belli ki önceden tasarlanmış bir konuşmaydı. Bence yapmasaydı ve her şeye rağmen "Saygın ve düzgün gazeteci" imajını devam ettirseydi daha güzel olacaktı. Velâkin kendini tutamadı veya bilerek tutmadı.  Savcıyı suçladı.

Söylendiğine göre, karısı ile ilgili dillendirilenler savcının iddiaları değil; bir başkasının beyanları. Bu beyanlara iddianamede olduğu gibi yer verildiğinden, kendisiyle ilgili bölüm de yer almış. Tabii ki hassasiyet göstererek tepki verilebilir, "Söylenmiş her şey iddianameye yazılmak zorunda mı?" diye eleştirebilir, bu da Uğur Dündar'ın saygı duyulası bir hakkıdır. Ancak o iddialar arasında, "Dündar'ın para vererek televizyona çıkardığı insanlara iktidarı kötületip Aydın Doğan'ın çıkarlarının savunuculuğunu yapması"  gibi ciddi ithamlar varken, sadece karısı ile ilgili olanlara takılması bana  "seçici algı"  olgusunu hatırlattı.
Veya gene Ergenekon'u sulandırma tekniklerinden biri de olabilir. Her akşam yeni bir Ergenekon'u saptırma ve sulandırma yöntemi geliştirmesine tanığız nasılsa...

(Haa bir de 1 kadın neden tek başına veya arkadaşlarıyla Brezilya'ya gidemez? Anlamış değilim.  Uğur Dündar öyle bir Brezilya tepkisi gösterdi ki! "Bu bir ahlak meselesi! Kanıtlanırsa intihar ederim"  dedi üstüne basa basa! Sandım ki bir an 'Brezilya' dememişler de 'kerhane' demişler.)


----- ----- ----- ----- -----

YAKLAŞIK BİR SENE KADAR SONRA GELEN EKLEME   (Tarih:  15 Nisan 2010)
Uğur Dündar,  bu akşamki Star Anahaber Bülteni'nin sonunda,  aldıkları ödülleri gösterdi.  (Taraflı haberciliğine üniversiteli gençler ödüller yağdırmış, kendisi de sevinçten dört köşe bir halde)  "Hürriyet gazetesi yazarı sevgili arkadaşı  Yılmaz ÖZDİL'e  sevgilerini gönderdi."
"Kafatasçısever,  jilet gibi Jön gazetecilerimiz"  diyelim.


..... -->  Kendisi hakkındaki tüm bloglarım için rota:  Uğur DÜNDAR


25 Mart 2009 Çarşamba

 Kızların sorunu ne?



Başlıktaki soru iyi mi oldu  yoksa  Kızları kim çıldırttı?  mı desem
daha iyi olurdu bilemiyorum ama,
geçen hafta başıma gelen bir olayı paylaşmak istiyorum.



Çok fena bir nezlem var  son  1-1,5  haftadır.  Her şey Bursa'ya gitmemle başladı gene... O nem oranı yüksek şehir ve 6 saatlik gece yolculuğu ile...

Sevgili erkek kardeşim odamda bir dolu sigara içip,  bir de havalanması için kışta kıyamette bütün camları açınca odanın içerisi buz gibi olmuş,  üzerine ben de yoldan gelince  ayvayı yemiştim gene.  Zaten kendimi bildim bileli bir bademcik sorunum var ki sormayın gitsin.  Hep anlatmaya çalıştım bizimkilere (aileme).  "Bu bademcikler alınmadıkça ben bu hastalıktan kurtulamayacağım" diye ama,  ablamın bademcik ameliyatını kabul eden annem benimkini asla kabul etmedi.  Sonuçta ben de sık sık  esen rüzgar, çıkan güneş, değişen hava koşulları vesaire  ayırt etmeden sürekli snıf snıf dolaşan,  gripsel ve diken üstünde yaşayan bir birey oldum çıktım.

Neydi ben ve benim gibilerin diğer insanlardan farkı?  Hep çorap giyiyoruz, hep kalın...  Belim açık gezdiğimi hiç hatırlamam bile. Fanila filan gibi iç çamaşırlarını  yaz-kış giymemize,  soğuklarda içlik vesairesiz dolaşmamamıza rağmen,  o bademcik belâsı  ve  ikide birde giden ses telleri!   : (

Neyse, anlayacağınız gene halim bu.  İlaç, bol vitaminli meyveler, sıcak bitki çayları vs ile daha da beterinden sakınmaya çalışıyorum.
Ne var ki hayat akıp gidiyor ve benim de çalışmam gerekiyor.  Hele bu aralar baya bir ders çalışmam...

Bu düşüncelerle,  tüm hastalığıma rağmen sabahın erken bir saatinde kalkıp,  gripten gözümden akan yaşlara rağmen hazırlanarak  Milli Kütüphane'ye  gidiyorum.
Bilgisayarlı sistemin,  girişte otomatik olarak verdiği numaralı yerimi bulup oturuyorum. Eşyalarımı çıkarıyorum. Bu arada kağıt mendil de neredeyse burnuma yapışık. Nefes almakta güçlük çekiyorum ama aklım nefesi çoktan sollamış,  önümdeki Makine kitabına konsantre olmaya çalışıyorum.

Tam o sırada,  çingene pembesi bir kazak giymiş, saçlarına röfle yaptırmış bir kız geldi  (aslında bir canavarmış)  ve  ellerini önüme adeta sarkıtarak  "Afedersiniz"  dedi.
"Sürekli burnunuzu çekiyorsunuz,  mendili burnunuza yapıştırsanız?"

Önce bunun bir şaka olduğunu düşündüm.
Çevreme dönüp baktım.
Kütüphanenin açılış saatinde geldiğimden,  henüz pek kimsecikler yoktu içeride.  Az sonra  üç beş boş sandalye harici  her yerin yüzlerce kişiyle dolacağı,  yıllarca gittiğim bu mekanda yaşadığım bu anlık olay karşısında şaşaladım kaldım.

(Bu arada kız da birkaç ön sıradaki yerine geçti.  Ama hala daha kafasını çevirip  "Mendili yapıştırın"  demeye devam ediyor.  Ben de
-gene-  deliyle deli olup,   "O kadar nemliyseniz,  bu kadar kalabalık mekanlara gelmeyin"  demiş bulundum.)


Burada dan diye bu olayı anlatmak ne kadar betimleyici oldu,  ben neyi ne kadar anlatabildim bilmiyorum ama, uzun yıllardan beri çok daha ağırlaştırılmışlarına şahit olduğum bir dizi halkanın son örneklerinden biri idi bu.
Özellikle üniversiteye başladığımdan beri...

Nedir bu kadınları bu kadar asabileştiren, delirten?
Neden özümüzü kaybediyoruz?
Benzeri, hatta çok daha ağır şeylere şahit oldum, özellikle eğitimli kızlarda.  Nedendi bunlar?

Belki de, durup durup  "Eğitim şart!"  diye bahsettiğimiz o eğitimin hayatımızdan alıp götürdüklerinin bir örüntüsüdür bunlar.
Modern eğitim ne kadar iyi acaba  veya  ne kadar faydalı?
Modern eğitim bence cinselliği öldürüyor.
Erkeği kadınlaştırıyor mu bilmem ama;  bence kadını ve kadınlığı erkekleştirmiyor,  ancak öldürüyor.



Serinin Devamı:

23 Mart 2009 Pazartesi

 Güneşi  Gördüm


Vay anassını sayın sinema severler! Bu filmden sonra kendime gelebilmem, vizyondaki bir Türk filmine bir daha gidebilmem için, korkarım ve zannediyorum, pek çok Amerikan filmi izlemem şart.

O kadar sıkıldım ki filmi izlerken!
Son yıllarda izlediğim pek çok Türk filmi içinde en kötüsü şüphesiz bu idi.  Hani Sinan Çetin'i diline dolamış birileri iş olsun diye Romantik'i yerden yere vuruyor ya!  İşte o Romantik bu filme açık ara fark atar.

Zaten malum olanı söylemeye gerek yok.  Yine de  biz seyircilerin bu kadar aptal yerine konmasına dayanamıyorum artık.

Kürt meselesi,  devlet,  savaş,  terörist  ve askerleri  içerisinde barındıran bir film yapıyoruz  iddiasıyla ortaya çıkılıyorsa; seneryoya ve diyaloglara az daha özen göstermek gerekmez miydi?

Filmin ilk yarısında;  komutan,  sorumlu asker  (rütbesini anlayamadım)  ve  köylü adam  arasında geçen öyle konuşmalar var ki,  ben kendimi  köşedeki Ziraat Bankası'nın fatura kuyruğunda memurla sohbet edenleri uzaktan izliyorum sandım bir an.
(Cümle bile ne kadar sıkıcı oldu,  anlayın artık.)
Hikayedeki kopukluk ve uyumsuzluklara hiç girmiyorum bile...

Kompozisyon dersindeki gibi ezberlenmiş ve kalıplaşmış,  ruhunu kaybetmiş cümlelerle bezeli bu propaganda filmini izlerken bir taraftan da ne kadar geç kalınmış olduğunu düşündüm.  Evet, sene 2009  için  çok geç kalınmış bir hikaye  ve  dillendirilmede gecikmiş olgulardan bahsediyor  Güneşi Gördüm  filmi.  Bu yüzden de baydıkça bayıyor.

Hayatta bazı şeyler için geç kalınca,  yakalamaya çalıştığınızda da olmaz birşeyler, mayası tutmaz. Biraz da hüzünle söylüyorum şimdi bunları.

(Hiç birisine haksızlık etmemek için isim vermiyorum. Yine de, az buçuk okuyan ve Kürt sorunu hakkında hangi taraf ne diyor, buna az buçuk kulak kabartan bir insan, filmdeki demodelik karşısında yarılmıştır herhalde.)

Bir de önemli gördüğüm bir şey var:  Kürtlere bir özür borcumuz var bizim bence. Vicdanen ben rahatsız oldum mesela.  Sinemamızda bir türlü Kürt tipini ve geleneğini canlandıramadık biz.  Kürtleri ya alay ederek,  ya komiğine vurarak,  ya da acıyarak merhamet sömürüleriyle yansıttık sinemaya.  Bir zılgıt, bir tespih, bir sakal,  bir de şalvar yetiyor Kürt olmaya!  Bu kadar basit olmamalı diye düşünüyorum.

Sonuçta bir başka alaya alınan ırk  Çingeneler  ile ilgili  Avrupa sinemasında ne kadar değerli filmler yapılmıştır,  ve bunların bazıları bu topluluğun geleneklerini de doğal bir şekilde sunar.
Biz ise 2009'da bile klişelerle bakıyoruz halklara...
Belki kendimiz de geç dönem yapay uluslaşma hareketleri ile hiçbir zaman ulus devlet ve millet bilincini geliştiremediğimiz içindir.

Bol bol duygu sömürüsünden fenalık geldi.  Uzun lafın kısası:
Bazen salondan yarıda çıkıp gitmeyi de bilmek gerekiyor galiba.


----

İğrenç espri köşesi:   Filmin adı  "GÜNEŞİ GÖRDÜM"  değil de "Travestileri gördüm"  olabilirmiş pekala.  O konuyu daha güzel işlemiş gibi.
("Ne işi var terör konulu bir filmde bu kadar travesti sahnesinin?" diye sormayın,  "mantık arama!"  zaten.)

Gereksiz yorum:   "Ne şiş yansın ne kebap!"  mantığıyla propoganda filmi olmaz. Aslında bi skim de olmaz ya neyse.

Kısa kısa...:   Ali Sürmeli'yi  hidrojen bombasıyla patlatma isteği" uyandıran bir film bu.  En sıkıcı ve en ruhsuz sahneler onunkiler zira.

Soru:  Son yıllarda Fethullahçılar ile Mahsun Kırmızıgül ve sineması arasındaki belirgin bir yakınlaşma var.  Bana mı öyle geliyor ki?


Tamamlayıcı nitelikte olacağını düşünerek,  Private Sözlük'ten bazı alıntılar yapmak istiyorum.  Merak edenler aşağıdaki yorumlar kısmından okuyabilir.

20 Mart 2009 Cuma

 SOSYAL FOBİ-1

Sosyal Fobi  (Social Phobia/Social Anxiety Association)  denen rahatsızlıktan biraz bahsetmek istiyorum.  Bugün dünyanın en büyük beş psikolojik sorunundan biri olduğu söyleniyor.  Birkaç bölüm olmasını planladığım bu konuda;  kafama göre uzman tavsiyeleri,  tanım ve belirtileri,  muzdarip olan kişilerin görüş ve paylaştıkları deneyimlerine yer vermeyi düşünüyorum.
---------------------------------------------------------------------------------

Sosyal fobi  (Sosyal kaygı),  çocukluk döneminden itibaren duyulan güven eksikliği  ve  bireyin kendini yeteri kadar tanıyamaması ile özdeşleştirilebiliyor.  Kimi insanların kaygı bozukluğuna daha yatkın oluşu,  hastalığın daha da gelişmesine neden oluyor.  Kişilik olarak kaygıya daha eğilimli olanlar,  sosyal sorunların üstesinden gelemeyeceklerine dair daha kuvvetli bir inanç besliyor.
Kişisel geçmişteki bazı stres verici olaylar da sosyal kaygıyı doğurabiliyor.

* Kişinin iç diyalogunda yer alan, kendini küçümseyen ve aşağılayan ifadeler
* Kişisel performansı değerlendirmede mükemmeliyetçi beklentiler
* Kişisel performansı değerlendirmede sadece olumsuz örneklere odaklanma
* Sosyal başarı ve başarısızlıklarının nedenlerini belirlemede patolojik bir örüntü geliştirme.
Negatif sosyal durumları (beceriksizlik, zayıflık);  pozitif sosyal durumları  (şans, kader, diğerlerinin olumlu tutumu).

------------------------------------------------------------------------------


Sosyal Fobi Belirtileri:

Sosyal fobisi olan kişiler,  sosyal etkinliklere girmekten kaçınırlar.
İş sahipleri gerekli atılımları yapamaz;  çalışanlar kendilerini ortaya koyamaz,  inisiyatif kullanamaz,  öneri ve fikirlerini ileri süremez, kolay iş değiştiremez,  genellikle de ulaşmaları gerekenden daha alt düzey işlere razı olup ilerleyemezler.

İş kayıpları artar  ve  okul başarıları azalır.  Üniversiteyi bırakmak durumunda kalabilirler. İşsiz kalmak sık görülen bir durumdur.

Bazıları karşı cins ile ilişkilerinde benzer durumlar yaşadıklarından kendi başlarına arkadaş sahibi olamaz, bekâr kalabilirler. Bulundukları ve yetiştikleri ortamı değiştirmek istemez,  yakın aile dışındaki kişiler ile iletişimlerini sınırlarlar.

Kaygı ile sosyal fobi'yi birbirinden ayıran en önemli özellik;  birey topluluk önünde bir şeyler yapmaya devam ettikçe, bu konuda deneyim kazandıkça  sosyal heyecan ve kaygısı azalırken;  fobik durumlarda deneyim kazanmanın heyecan üzerinde etkili olmaması, aksine kişilerin bu durumdan şiddetle kaçmaya çalışmalarının sürmesidir.  Bu kaçınma hali  kişinin olağan günlük işlerini, mesleki ya da eğitimle ilgili işlevselliğini, toplumsal etkinliklerini ya da ilişkilerini önemli ölçüde bozmalıdır  ya da  kişi fobisi olacağına ilişkin belirgin bir sıkıntı duymalıdır.




Sosyal Kaygıyla Savaşma Yolları

1. Sosyal Kaygıyı Anlama:

Kendi problemlerinizi net bir şekilde tanımlayabilmeniz,  onlarla baş ederken oldukça yardımcı olacaktır.


2. Olumsuz Düşünce ve İnançları Azaltabilme:

Sosyal kaygıda kişilerin kaçınma davranışı göstermesine neden olan olumsuz düşünce ve davranışları kontrol altına alabilmek,  bu rahatsızlıkla savaşımda büyük bir adım.

(Olumsuz Düşünce: "Onlara ne söylesem bilemiyorum.  İnsanların hakkımda aptal diye düşünecek olmasından korkuyorum."
"Odaya girdiğimde herkes bana bakacak,  titremeye başlayacağım."

Zihindeki Görsel Karşılığı:  Kendini küçük, korkak biri olarak görür.  Kendisi korkudan titrerken, diğerlerini ona gülen bir sahnede hayal eder.  Yüzü kıpkırmızı kesilmiş,  terlemiş bir görüntü düşünür.)


3. Herkesin size baktığı fikrinden nasıl sıyrılabilirsiniz?

Sosyal kaygıdan şikâyetçi kişiler kendi bedenlerine fazlasıyla odaklanıyorlar. Mesela,  "Ellerim titriyor mu? Yüzüm kızardı mı? Terliyor muyum?..." gibi.

Kendileriyle ilişkili olumsuz düşüncelere saplanıp kalıyor;  diğerlerinin gözünde nasıl göründüklerine fazlaca önem veriyorlar.  Olumsuz ve eleştirel bakışların odağı olduklarına inanıyorlar.  (ki öyleler de aslında)

Sonuçta sosyal kaygı  kişiyi,  zamanının çoğunu evde geçirmeye itebiliyor.

Tüm bunları azaltabilmek adına:
Sürekli kendilerine odaklanacaklarına,  çevrede neler olup bittiğiyle ilgilenmeliler.
Ter, kızarma, titreme gibi fiziksel belirtilerin düşündükleri kadar ciddi olmadığı şeklinde kendilerini telkin edip;  sosyal çevrelerinin odağı olmadıklarının farkına varmalılar.
İnsanların, yalnızca kaygı seviyeleri yüksek diye onları daha az sevecekleri düşüncesinden sıyrılmalılar.


4. Davranışlarda değişiklik yaratabilme:

Kendi kaçınma davranışlarınızın  --Yeni kişilerle tanışılacak yerlere gitmeme, konuşmak istenildiği halde heyecandan herhangi bir iletişimden kaçma, hızlıca konuşup kısa zamanda bitirme,  insanların gözüne bakmaktan kaçınma… vb.--   tüm bunların listesini hazırlayıp,  ilerleyen zamanlarda listedekileri daha az yapmaya çaba harcayabilirsiniz.


5. Fiziksel Belirtileri Önleyebilme:

Sosyal kaygıyı yenerken  terleme, kızarma, titreme gibi fiziksel belirtiler rahatlama teknikleriyle aşılabilir.  Bu aşamada müzik dinleme, kitap okuma, yazma, spor yapma gibi hobiler yardımcı olabileceği gibi,  yoga veya nefes alma teknikleri de büyük destek olacaktır.



"Söylemesi ve madde madde sıralaması kolay"  dediğinizi duyar gibiyim.  :)


Bu yazının hazırlanmasında aşağıdaki linkten de yararlandım. Arzu edenler ve İngilizce bilgisi olanlar göz atabilirler:

http://www.nnt.nhs.uk/mh/leaflets/shy%20A5.pdf
Bir de şu var:  (bkz)

Sıradakiler


Sosyal Fobi  üzerine,  çeşitli zamanlarda yayınlayacak şekilde bir dizi bilgi topluyorum.

Bu sabah dolmuşta bir kadının anlat anlat bitiremediği  soya ürünleri  ve  tofu yapımı  ile ilgili anlamlı bir şeyler bulmayı ümit ediyorum...

Bir de Güneşi Gördüm filmini izlediğimde beğenirsem...

17 Mart 2009 Salı

Gündemdekiler  (Mart 2009)

.
Bilim ve Teknik dergisi editörü  Çiğdem Atakuman ile Başkan Yardımcısı  Prof. Ömer Cebeci arasında bir gerginlik vuku buldu bu ay içerisinde.  Darwin makalesi iptal edilip yerine başka bir kapak konusu konması istenmiş  tarzı şeyler...

Bir tartışmadır gidiyor.
Gene  "dinciler ve lâikler"  olarak bölündük.
Bu arada TÜBİTAK'ın başkanı olan  Nüket Yetiş hanımefendiden çıt çıkmıyor.  Atasözünde dediği gibi,  "Balık baştan kokuyor".



Konuyla ilgili Murat Belge'nin bu ay içinde yayınlanan Darwin başlıklı yazısından alıntıdır:
TÜBİTAK'ın başındaki kişi,  "Bu kapağı değiştirmeye kim kalkıştı?"  sorusunu sormuyor ve o sorunun gerektirdiği işleri yapmıyorsa,  onun kavgasını da sonuna kadar veririm. "Kavgası" gene de çok önemli değil. Öyle bir Başkan hakkında kararımı ve "not"umu veririm ki,  bu benim için gerçekten önemli.



5 Mart 2009 - Yusuf Hayaloğlu  vefat etti.

Ajda Pekkan bir Kürtçe şarkı söyledi (Güldünya Konseri, Keje Kürdi), Merkez Medya yalamalara doy(a)madı.
Moda olunca, "trendy" olunca,  düz yola çıkınca ne de kolaymış barışsever olmak,  kardeş sevgisiyle dolmak!
Yusuf Hayaloğlu demişken,  olan Ahmet Kaya ve benzerlerine oldu.
Sen çok yaşa Ajda ve Doğan Medyası emi!

(Gerçi Kürtçe şarkı söylemekten Ajda'ya da dava açılmış, muhtemelen gene kendinden menkul ulusalcı savcılarımız tarafından ya neyse. Onlar hakkındaki yorumumu  Şubat 2009 Gündemindekiler'de  söylemiştim.)

Doğan Medyası demişken, Aydın Doğan'ın "vergi borçları"nı ileri sürerek köşeye sıkıştırılma süreci devam ediyor; aynen bir zamanlar Uzan'larda olduğu gibi... Bu işler böyle sanırım. Bu gün sana, yarın bana. O zaman ellerini ovuşturarak masturbasyon yapan  Doğan ve üst yönetimi,  bakalım
bu dönemden nasıl etkilenecek?




Yıldız Tilbe'nin katıldığı İbo Şov'da tantanalı olaylar olmuş. Mevzu neymiş diye azıcık kulak kabartınca tam bizim kültür ve değer karşılığımıza denk bir bahane çıktı. İbo, Yıldız şarkı söylerken araya girmek istemiş, Yıldız da şarkısını kesmemiş. İbo da -her zamanki gibi- açmış ağzını yummuş gözünü... Değişen birşey yok, aynı tas aynı hamam günlerimiz/haberlerimiz.


Mart'ın 2. haftası  (7 Mart 09) - Hillary Clinton  ABD Dış İşleri Bakanı (Secretary of State)  Türkiye'de.

NTV-Haydi Gel Bizimle Ol programında çekilmiş bir foto.



Fark göremiyorum,  ya siz?



Davos fatihi/Filistin güvercini  RTE,   Darfur'daki katliamlara  ve katliamcılara sahip çıktı!  Biliyorsunuz,  "Müslümanlar katliam yapmaz" vecizesinin sahibi.



10 Mart 2009  -  Ergenekon 2. İddianamesi  açıklandı.
Emekli paşalar Şener Eruygur ve Hurşit Tolon hakkındaki iddialar  +  Ergenekon-PKK ilişkileri  iddianamede yer alıyor.

.

Bülent Arınç'ın:  "İyi ki bu paşalar zamanında savaşa filan girmemişiz. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar. Siyasetle uğraşmışlar, darbelerle uğraşmışlar..." benzeri sözleri üzerine,  Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Metin Gürak'ın cevap vermesi ile vuku bulan bir tatsızlık yaşandı. Yorumsuz olarak, bir askeri iletişim sorumlusunun sözlerini ve ardından Bülent Arınç'ın savunmasını aktarıyorum.
(Kaynak:  Vatan ve çeşitli gazeteler + tv haberleri)
-------------------------------------------------------------------------

Tuğgeneral Metin Gürak:
"Eğer gerçekten bu sözler söylenmiş ise,  söz konusu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri personeline ilişkin düşünce ve görüşleri çok iyi bilinmektedir. Aslında bu tip kişilerin ön yargılı, saptırıcı düşünce ve ifadeleri üzerinde fazla durulmasına da gerek yok.  Çünkü bu tip konuşmalar hiçbir zaman doğruları değiştirmez. Ancak bu konuşmalarda önemli bir husus var, o da hukuk fakültesi mezunu bir kişinin yargı kararı olmadan hiçbir kimseyi suçlamaya, dolaylı olarak da bir kurumu hedef almaya hakkı ve yetkisi olmadığını hâlâ anlayamamış olmasıdır."

Bülent Arınç:
"Siyasetçi paspas değildir, siyasetçi şamar oğlanı da değildir. Ben siyasetçinin hukukunu muhafaza etmekle yükümlüyüm. Kim yanlış yaparsa bunların hesabı sorulmalıdır...
Biz paşalarımızı,  siyasi açıklamalar yapan değil;  zaferler kazanan büyük komutanlar olarak görmek isteriz.  İttihat ve Terakkici paşaların imparatorluğu ne hale getirdiğini hepimiz biliyoruz.  Binlerce vatan evladını siyasi hırsları için dağda bayırda nasıl ölüme terk ettiğini hepimiz biliyoruz.  Büyük Atatürk, Meclis'i kurduktan sonra siyaset yapmak isteyenlere bir yol gösterdi. Siyaset yapmak isteyen üniformasını çıkarsın dedi.  Benim açıklamalarım bu tavrı göstermeyenleredir."

"Yanlış bir açıklama yapılmış. Genelkurmay'ın yapması gereken, her kurumda olduğu gibi Askeriye'de de hata yapanlar olmuştur ve biz bunların ayıklanmaları için gerekli olanı yapıyoruz şeklinde olmalıydı, Ergenekon'u savunmak değil."

Fark ortada sanırım.




*

11 Mart 2009 Çarşamba

Kalp Damar Sağlığı açısından Kolesterol ve Trans-Yağ Asitleri

.

KOLESTEROL denilen ve sağlığımız açısından dikkat etmemiz gereken bir bileşen son yıllarda çok popüler oldu.

Sadece gıdalarla dışarıdan aldıklarımız (eksojen kolesterol) değil; bir de bizzat vücudumuz tarafından karaciğerde sentezlenen endojen kolesterol  var.



Dolayısıyla,  kanda sağlıklı düzeylerde kolesterol barındırmak için şunlara özen göstermemizde fayda var gibi:


* Yediğimize-içtiğimize dikkat edicez.  Kolesterol hayvansal kaynaklı bir bileşen olduğundan;  başta kırmızı et  ve  et ürünlerini fazla tüketmemekte,  pişir(il)me tekniklerine dikkat etmekte fayda var.
(Kırmızı et ürünleri derken  salam, sosis, sucuk, jambon vs...)

* Bitkiselleri tercih etmekte fayda var.  Tamam lezzetli oluyor ama tereyağı ve hayvasal yağları alışkanlık haline getirmeden sıvı yağlara da diyetimizde anlamlı bir yer açmalıyız.  Zeytinyağı, ayçiçek, soya yağları gibi...
Sonuçta vücudumuzun yağa da ihtiyacı var.  Metabolizmamızın sentezleyemediği ve ihtiyacımız olan "esas/esansiyel yağ asitleri"nce zengin olan yağları tercih etmeliyiz.  Pişirme tekniklerine, ekleyeceğiniz baharatlara, pişirme sürelerine göre, illaki hayvansal yağ kullanmadan da lezzetli şeyler yapmayı deneyebilirsiniz.

* Sadece yağlı şeyleri yemeyerek  ve  hayvansal gıdaları azaltarak korunmaya çalışan insanlar görüyoruz.  Unlu, hamurlu ve (aşırı) şekerli besinleri azaltsanız?  Çayınızı kahvenizi şekersiz içmeyi tercih etmiyorsanız bile şeker oranını yarıya indirebilirsiniz mesela.

* (Özellikle kolesterol sorunu olanlar için gelsin bu madde)  Sadece katı yağları bırakmakla bu iş olmaz. Tereyağını sabah kahvaltısında ve yemeklerde kestim, iş bitti derseniz olmaz.  Bir de trans yağlar (trans-yağ asitleri)  var ki,  sağlık için belki katı ve doymuş yağlardan bile daha zararlılar.  (Ama nedense insanlar tereyağını ve süt yağını âdeta günah keçisi bellemiş gibi.)

Trans yağların erime noktaları  (katı halden  sıvı hale geçtikleri sıcaklık),  cis-yağlara kıyasla  20-25 derece gibi daha yüksek!  Vücut sıcaklığını 37°C  olarak düşünürsek,  sindirilmeleri zor ve güç olduğundan  damar sertliği ve tıkanıklığı  (ateroskleroz)  riskini artırıcı etkilerini anlamamız kolaylaşır.
Ayrıca trans-yağlar  vücuttaki zararlı kolesterol olarak değerlendirilen LDL  (Low Density Lipoprotein-Düşük Yoğunluklu Lipoprotein)  miktarını artırırken,  HDL'yi azaltıcı etki yapıyor ve  LDL/HDL oranını artırıyorlar.  Bu nedenlerle trans-yağları fazlaca içeren gıdaları tüketmemekte fayda var.


* Peki hangi yağlar ve gıdalar  trans-yağ asitleri miktarı bakımından zengin?
Geniş bir konu.

Mesela margarinler. Hatta en kolay akla gelenler margarinlerdir herhalde.

Genel olarak sıvı yağların hidrojenasyon tekniği ile doyurulması sonucu  trans miktarlarının çok arttığı biliniyor. Hidrojene nebati yağlardan, margarinlerden, maalesef çikolata kaplamalarından filan uzak durmak lazım.


Özellikle bazı pastacılık-fırıncılık ürünlerinde,  diğer yağlara göre çok daha güzel sonuçlar verebilen margarinler ve bazı faullü katı yağlar kullanıldığından,  tüketirken dikkatli olmalıyız.

Genelde bitkisel yağların sertleştirilmesi  (hidrojenasyon ile doymamış sıvı yağların doyurulması  ve  katılaştırılması)  ile elde edilen  bitkisel margarinler,  hayvansal kaynaklı olmadıklarından kolesterol içermez. Ancak trans yağ asitlerince  ("trans fatty acids")  önemli/yüksek miktardadırlar.  Aynı durum hidrojene nebati yağlar ve bunların kullanıldığı ticari ürünler için de geçerlidir.

* cis-  -->  trans-  dönüşümünü bir yana bile koysak,  şöyle bir soru var:  Margarinlerin içinde hangi yağlar var? Nereden elde ediliyorlar? Bazı bileşenlerini öğrendikçe şaşkına dönüyorum ben:
Pamuk tohumu yağı (çiğit),  Kanola (ıslah edilmiş kolza) yağı,  palm yağı,  aspir yağı...  Bunlar gene masumları ve bu böyle gidiyor.


* Özellikle kızartmaları fazla tüketmemeliyiz.  Hem içerdikleri yağ miktarı,  hem özellikle uzun süreli kullanılan kızartma yağlarında oluşan kimi sağlığa zararlı bileşikler,  hem de pişirme sırasında zamanla trans yağ asitlerinin artışa geçmesi sebepleri ile pek iç açıcı değiller.  Hele dışarıda satılan patates kızartmaları (ki hangi yağda kızartıldıkları meçhul,  o yağın kaç zaman boyunca defalarca kullanıldığı ise ayrı muamma),  trans yağların en fazla bulunduğu gıdalar olarak bildiriliyor.
Kızartma yağlarında  dayanıklılığı ve uzun süreli kullanımı sağlamak için hidrojene edilmiş yağlar kullanılabiliyor. Bir de buna yağın uzun süreli kullanımı eklenince,  izomer dönüşümleri oluyor sanırım.

* Tabii bunları söylemek kolay  ama patates kızartmaları gerçekten güzel görünüyor,  öyle değil mi?  Bazı restoranlar,  (sanırım) hem haşlama hem kızartma hem de soslar ile, üçünü bir arada kullanarak çok değişik kombinasyonlara ve lezzetlere ulaşabiliyorlar  :)


* Türkler cin bir millettir. Fertleri genellikle yapmaya ve inşaya değil, kafayı cinliğe ve racon kesmeye çalıştırmaktadır.  Hal böyle olunca, "Uzun süre boyunca kullanılan ve ileri derecede okdisasyon (bozulma) görülen yağlarda,  tat-kokudaki keskin iğneleyici kokuları bastırmak amacıyla"  Magnetol  gibi maddeler kullanabilmekte,  sizin açık sarı ve mis gibi gördüğünüz patates kızartmaları  aslında bir imitasyon olabilmekte  ve laboratuvar incelemelerinde  serbest radikallerce (*) çok zengin çıkabilmektedir.  Nasılsa bizde denetim fazla yoktur  ve
her şeyin temelinde insana ve insan sağlığına değer verme yoktur.
Kaldı ki zaten  "Herşey Allah'tan gelmektedir."

[ (*) Serbest radikaller sağlık açısından zararlıdır, yaşlılık ve kanser etmenidir.) ]


* Günlük kolesterol alımının max. 300 mg/gün olması gibi bir öneri var.

* W-6  (Omega-6)  ve  W-3  (Omega-3)  yağ asitlerince zengin gıdaları tercih etmekte fayda var.  Tabi her ikisinin dengeli alımı da önemli.  Sağlıklı beslenmede,  alınan her  5-6 birim Omega-6 yağ asidine karşılık  en az 1 birim Omega-3  alınması gerektiği şeklinde öneriler var.  Bu oranda sapmalar olduğunda  asitlerin birbirlerinin yararını baltalayabildiği savunuluyor.

Balıklar Omega yağ asitlerini fazlaca içeriyor deniyor ve önem verilmeli.  Ne var ki ülkemizdeki balıklarda ve midyelerde,  denizlerdeki kirlilik sonucu yüksek metal içeriği olduğu da söyleniyor. Bunun için yapacak bir şey yok,  çevre kirliliğine ve arıtmaya önem vermek lazım.
Kyoto Protokülü'ne imza atıp  orman alanlarını kesmeye  ve talana başlayarak,  çöplerimizi yerlere atıp  atıklarımızı toprağın bağrına süprüntü edasıyla boşaltarak,  plastikleri çılgınca kullanıp savurarak bizler hükümetlerimiz ile el ele çevre konusundaki bakışımızı zaten netleştirmiş durumdayız.

.

9 Mart 2009 Pazartesi

 Sözlük Tarihçem

.

Üniversite gençliğinin popüler kültür ve magazin ihtiyacını yazılı formda doyuran bir site işlevini görmekte şimdilerde. Bu durum değerini azaltmıyor tabii ki, hatta popülaritesini arttırıyor. Yine de adam gibi bir yorum okumak için çok uzun zamanlar boyunca sitede kasmak yıldırıcı olabilmekte.

Aslında gelişimi açısından göze batan bir evrimi söz konusu. İlk çıkışındaki bir-iki cümlelik kesin ifadelerden ve kısa entry'lerden, yaygın ve döngülü forum tartışmalarına  ve  gelişim süreci içerisinde bugünlere...

Gözüm iyi yazdıklarını hatırladığım bazı eski yazarları arıyor,  ama pek
bulamıyorum onları artık. Yazar sayısı çok fazla,  toplam yazar sayısına oranla özdisiplin ve yazı kültürü sahibi olanlarsa oldukça az.

Gerçi ben de kendimce yöntemler geliştirdim artık.  Zaten hiçbir zaman
sol frame'e endeksli olmadım. Herhangi bir başlığını okuyacaksam da şimdilerde "seçimli okuma" yapıyorum mesela,  tavsiye ederim.  İlkin entrynin altındaki yazar ismine bakıyorsun, ona göre okuyorsun/okumuyorsun. Yeni nesillerden  nick'ine  aşina olmadıklarımı atlıyorum şu günlerde.
Henüz konsepti anlamamış ve okumaktan çok yazan, kendilerini sözlük için "tam zamanında" hisseden,  başlıklar altında aynı görüşün "suyunun suyunun suyu"nu  icra etmek üzere sistematik olarak  Voltran'ı oluşturanlardansa oldum olası haz etmedim. Buna rağmen ara sıra yenilerin yazılarına da zaman ayırıyorum. Çok az yeni suser'a aşinâ oluyorum, kimilerini ise hiç okumam bile.  Gereksiz gerginlikten, ağız dalaşlarından hoşlanmıyorum.


Medyanın gereksiz gündemine karşı,  90ların ortalarından beri süren pasif direnişimin bittiğini kim söyledi?
Bir nevi değişik,  yaratıcı ve özgün,  demokratik ortamın çeşitliliğini barındıran yüzen bir liman gibiydi  Ekşi Sözlük.  Türk Medyası'nın, 'medya'yı tanımlayan kelimeler ve temsil ettiği değerlerin hepsinden zıt yöne doğru at koşturduğu bir dönemindeki  ("Magazin Saltanatı  ve  Ört-pas etme dönemi" diyorum ben buna)  yegane sığınma ve eğlence yerimiz idi.  Bir hayalimizdi.Şimdi daha iyi anlıyorum bunu:  Ortamındaki  80'ler-90'lar  edinim ve birikimi göz ardı edilemeyecek seviyede idi."Benim fikrim vs  Onun fikri" zıtlaşmasından çok,  farklı savunma tekniklerinin okunup geliştirildiği bir yer olmasıyla değerliydi benim için.
Sonra o limana da demir atıldı.



...
Kendi bloguna dahi şu güne kadar din, siyaset gibi konulardaki görüşlerimle ilgili birşey yazmış değilim.  Varın Ekşi Sözlük'te ne kadar suya sabuna dokunmuş olabileceğim hakkında bir fikir yürütün.
...
Sıradan bir yazardım. Buna rağmen gerginlikten sıkılmıştım. Beni aşmaya başlamıştı. En son genç yetenek Şahan Gökbakar ve yaptığı bir tv programının mizah anlayışı üzerine eleştirel bir yaklaşımda bulununca, yaşadığım gerginlik daha da arttı.  "Zaten senin gibi bir gerizekâlının bunu anlaması beklenmezdi"  tarzı mesaj ve yaklaşımlardan gına geldi. Hem birebir bunları yaşamak hem başkalarının da benzeri süreçleri yaşadıklarına şahit olmak hoşuma gitmedi.  Hiç tanımadığınız insanlar bir anda sizin zekânız, kişiliğiniz, benliğiniz ile ilgili tahlil ve yargılamalarda bulunmaya başlayabiliyor.  VELEV Kİ  ben bir kıt zekâlıyım, bir karaktersizim, espriden anlamıyor da olabilirim... "Ekşi Sözlük'te denyolar, karaktersizler, espri anlama özürlüler  ve  uzaylılar yazamaz"  gibi yeni bir kural ve yaklaşım mı icat edildi yoksa?

Elbette kalabalıklaşma arttıkça sözlükler de "ortalamalaşıyor" ve bu tarz yaklaşımlar sıradanlaşmaya başlıyor. Kendi kusmuğunda başkalarını bir çırpıda gömme telaşesi yükselişe geçiyor.


Sonuçta bir yerde gördüm ki  Ekşi Sözlük ortamı beni geriyor.  Ki zaten gergin bir insanımdır.  Olumsuz yüklenmeyle sanki kendimin de başkalarını germek gibi bir çirkinliği yapıyor olduğumu fark ettim.  Belki gözümde fazla büyütmüş de olabilirdim.  Bir yerde durup  Ek$i'nin  yazarlığını değil okurluğunu tercih ettim, aynı eskiden olduğu gibi... Yazdıklarımı da tamamen silip gittim.



P.S. :

+ Bu yazıyı yazdığım tarihlerde  Ekşi Sözlük'te  Ateistler-İslâmcılar kavgası mı var ne?  Birileri de Ekşi Sözlüğü mahkemeye vereceğini söylüyor,  "Toplumu rencide ediyor,  Kutsal değerlere hakaret!"  benzeri argümanlar ile...  :p


+ ...99'un yaz döneminde,  gene üniversitede bir ödev  ve  o zamanın normal telefon hatlarından bağlanıp  (dial-up modem)  sonradan şeyime giren bir telefon faturası dönemlerinde karşılaşmıştım bu Ekşın Sözlük ile...
Gri bir fona sahip tuhaf bir şeydi.  Arattığım ibareyi Google taraması sırasında yakalamış garip bir oluşum!  Lakin paylaşımlardaki cümleler sayıyla 1, bilemedin 2 adet uzunluğunda.  İfadelerse tuhaf.

"Gene dönemin  trendy  dalındaki  üç beş bilgisayarcı  +  birkaç coder
bir mekanda toplaşmış"  yeri idi benim için.   Bir de sitede yazanlardan (*) çoğunun Türkiye'de yaşamadıklarını düşünmüştüm.  Çoğu Amerika'daki tiplemelerin arasında birkaç tane de Almancı mevcudiyeti idi sanki ilkin.  Uzun zaman boyunca bu gözle baktığım bir yerdi.  (Çok pis genelleme yaparım.)  Cinsellik, küfür, tartışmalar...  Şimdilerde ise "topluma kötü örnek olmamak" telkinlerinden filan bahsediliyor burada!

[(*)  Dışarıdan bakınca "yazan" diye gözükür;  "yazar" diye değil.]


+ "Okur ve yazar"  olarak çekim alanında bulunmaktan en zevk aldığım  ve
en eğlendiğim internet oluşumu  Kolikler'dir.   Ekşi Sözlük yazarlığımdan daha öncesidir  ve  benim için bir başlangıçtır.  Zamanım, sağlığım ve imkânım olsa; günlerce okumak, ciddi zaman ayırmak istediğim,  içindekilerin gerçekliğini araştırmaya yöneleceğim bir yerdir.  (Yani öyleydi.)
Belki bir gün onu da yazarım veya bu yazıları birleştiririm.  Zira Kolikler de aslen özgün bir tasarımken,  Ekşi Sözlük rüzgârını yanlış yorumlayıp savrulan popüler Türk sitelerindendir.


+ Ekşi Sözlük'le ilgili olup da  kendisi dışında okuduğum en iyi yorum, tesadüfen internette denk geldiğim bir eleştiri yazısıydı.  Nerede idi, yazan kimdi,  şu anda hatırlamam mümkün değil.  Sadece  Ekşi dergisinin  yayına başladığı zamanlar olduğunu hatırlıyorum.  Şuna benziyordu:
"Doğru kavramının aslında ne kadar değişken olabileceği  ve
ne kadar farklı açılardan bakılabileceği"  bakışından doğup-gelişip,  "Her şeyi yalnız ben bilirim"  noktasına dayanmıştır.
Bu yaklaşım belirginken Ekşi tutmayacaktır."


+ Kurallar  devreye girdiğinde,  bir hassas denge de beraberinde geliyor sanki... Kelimeye bakarak elifi elifine yargıçlık yaparken,  o kurallardaki ruhu kaçırmamak gerek.  Ekşi Sözlük'te böyle bazı mod'lar oldu,  birkaçıyla bazı yazışmalarımız ve tartışmalarımız da oldu.  Yazarlıklarındaki entry kalitesi ve yazı dili ile,  moderatörlüklerindeki özen ve yaklaşım tarzlarının ters orantılı seyretmesi beni şaşırtmıştır mesela.


+ 2010  ilk aylarında  Ekşi Sözlük'te nesil ayrımı kaldırıldı.  Yani artık 1. nesil, 4. nesil,  6. Nesil (miğferdibi),  9. Nesil gibi sınıflandırmalar yok.  Bu radikal karar üzerine çeşitli yorumlar yapıldı tabii.  Sözlük dışı bir eleştiri ve benim kısa bir yorumuma şuradan ulaşabilirsiniz:
Bir internet sitesinde birinci nesil olmak  ve  şahsi görüşüm.






Private Sözlük'te özellikle din ile ilgili konularda ve bazı popüler kişi başlıklarında kendimce değerli entrylere denk gelmiştim. Sıcak bir dili vardı bu sözlüğün ve temeli güzel atılmıştı.  İyi yazarları vardı.  (İlk taramalarımdan edindiğim izlenim)  Bu nitelikleri  ve  "yeni olması nedeniyle daha kolay geliştirilebilir olması"  gibi çekicilikleriyle  burayı da incelemeye başladım.

Ne var ki  çok uzun süren ara verişleri  (tükkan ve kepenk kapatmaları), yavaşlığı,  yönetimin kör gözüm parmağına mevzulara göz yumuşları derken orası da banalleşti.  Sanki benim aktif yazarlığımı bekliyorlarmış gibi...
(Ne beter bir tanım oldu bu ya neyse...)

Aslında ortamdaki yazarların yazı dili,  yazar sayısı ve yazarlık anlayışı değildi asıl sorun. Yani aşılamayacak bir sorun değildi bence.  Sadece yönetimin bazı şeyleri gözden geçirmesi ve aslen bir vizyonlarının olması gerekiyordu.
Ancak vizyon,  salt toplantı kararlarıyla sağlanacak bir şey olmadığından; zamanla anladım ki
"bazı şeyler ya vardır  ya da  yoktur".

Kendi çıkışındaki fikir kaynağı olan,  kodunu aldığı/çaldığı bir sözlük ile  (Ekşi Sözlük oluyor bu)  arasındaki bağı ve ilişkiyi,  klonlamanın üzerinden seneler geçmesine rağmen hâlâ tanımla(ya)mamış ve herhangi bir tanımlama gayreti de olmayan bir oluşumdan vizyon beklemek de ancak benim gibi bir zekâ yoksununa düşerdi doğrusu.



Yazarların başka yazarlara  özelden/sözlük üzerinden  yazmalı-silmeli küfürlerine sessiz kalan,  sözlük denen şeyin temelini oluşturan  formata ilgisiz kalan  ("format" kelimesinden gıcık kapıyorsanız burada 'maya' deyin, 'yapı' deyin,  'öz' deyin);   "tek-tipleştirmeci",  sözlüğün asal değerlerine özensiz davranan;   "Aman bünyemizden eleman kaybetmeyelim!" derdindeki Private Sözlük yönetimi;  pek çok şeyi gereksiz yere tolere ederek (ve beri yandan kafasına göre yazar harcayarak)  moderasyon kavramını daha da tuhaflaştırmaya başladı.

Sanırım tüm bunlar Ekşi Sözlüğü sadece bir kod,  sadece bir tasarım olarak görenlerin;  onun ruhu ve düşüncesi ile neredeyse hiç ilgilenmemiş olmaları yüzünden yaşanan doğal hallerdi.


...Ve bir gün gereksiz bir entry girdim Private'a.  (Şaka gibi! Durup durup gereksiz çıkışlar yapabilen biriyimdir zaten.)  Neyse efendim.  Bir gün tutup Ekşi Sözlük'teki bir şahsın,  "Özür Diliyoruz kampanyası" ve "Ermeni Soykırımı iddiaları"  sonrası kitlenin tepkisel tavırlarına karşı getirdiği bir eleştirisinden bahsettim.  Normalde  "relaxlıktan relaxlık beğen"  kıvamındaki Private moderasyonu tarafından,   (abarttım, sadece bir taneydiler  :p)  "Sözlük formatına uygun değil"  gerekçesiyle bu entrim anında silindi.  Neresi formata uygun değil?  keşfetme ve anlama sürecimde  (ki format'ın ne olduğu ile ilgili Private Sözlük bünyesinde neredeyse tek bir entry'e denk gelememiştim bu süreçte)  çeşitli mod ve yazarlarından nihayet öğrendim ki:  "Formata uygun değil sebepli silme nedeni  uzun zaman önce Private Sözlük yönetimi tarafından kaldırılmıştır."

Entry'mi silen moderatör  (nisan hakları);  "Bu konunun bizim sözlüğümüzle bir alakası yok. Yani o nedenle formata uygun değil. Daha açıklamaya gerek var mı?"  gibi bir yaklaşım getirmişti "sözlük formatına aykırı" gerekçesi hakkında...  Ve kendisine güzel güzel özelden mesaj atmak varken, ne diye "Format nedir belirtilmemişken nasıl formata aykırı olabilirim?"  şeklinde bir entry ile mevzuyu sözlüğe taşıdığımı sorgulamıştı.


Ekşi Sözlük ile ilgili söz konusu silinen entry'mden az önce,  silen mod'un bir yazar arkadaşının başlığına kısa bir eleştiri 'yazı'sı girmiştim.
(Vakti zamanında bir Ekşi Sözlük moderatörü olan  bleufonce,  "Sen daha Ekşi Sözlük'te buna 'yazı' değil,  'entry' dendiğini bile öğrenememişsin"  diye kendince bir ayar vermişti bana.  Yazarlığında çok "seviyeli" entryler yazan bir moderatör idi kendisi.  Genelde suya sabuna ve güncel şeylere dokunmaz,  hep güzel yazardı.  Bir de  kimi raikkonen  vardı mesela,  ortaklaşan bir kafa yapısında olduklarını zannediyorum.
Ama işte n'aparsınız ki benim de obsesyonlarım ve yerleşik alışkanlıklarım var.  Canım ister 'entry' derim,  canım ister 'yazı'... Yanlış anlaşılmasın, yoksa her birimiz çok seviyeli insanlarız.  lol)


Ha ne diyordum?  Aynı zamanda Private'ın ünlü yazarlarından olan  ve moderatör kankisi olan bir yazarın başlığına:  "Private Sözlük'teki yeni yazarları da içine alacak şekilde,  gelişim süreci içinde olumsuz etkileyen bir yazarlık alışkanlığına sahip olduğunu"ndan bahsetmiş olmam  dikkat çekmeme neden oldu sanırım.  Ki Sözlükler,  kişi ve olay başlıklarına sistematik olarak çeşitli online ansiklopedi ve biyografilerde yazan her şeyi copy-paste  (Kopyala!-Yapıştırrrr!)  çalımıyla döşeme yerleri değildir,  olmamalıdır.  Bu tezimi belirtip bir de ertesinde haddimi bilmeyerek Ekşi Sözlük'ten bir haber verince;  bir anda,  (sözde) olmayan format kılınçı,  aslında herkesin bildiği gizli yerinden çıkıp gelmişti.

Gelelim sadede...
George W. Bush'tan,  Afrika'daki hipotalamlara  ve  at sineklerine kadar her şey Private Sözlük'ün formatına uygundu;  ancak Ekşi Sözlük'teki gelişmeler ve tepkiler  Private'ın formatına uygun değildi.


Aslında yine gördüm ki,   bilmemek  insana tarifsiz mutluluk veriyor.
Mesela bu örnekte eğer böyle bir silinme gerekçesinin olmadığını bizzat birinci ağızlardan öğrenmemiş olsaydım,  sorun yoktu.   "Moderatör öyle uygun görmüş ve öyle yapmış"  idi neticede.

Ama olmadığını öğrendikten sonra,  moderatörlerin bu şahsi tavırlarını sorun etmeden ve standardize etme çabası gütmeden  tolere eden  bir yönetim olduğunu anladıktan sonra;  hele üyesi olan diğer yazarların  bu tarz örneklerdeki sessizliğini ve suskunluğunu  (üç maymunluğunu)  gördükten sonra;  yazar olarak içinde bulunmaktan memnunluk duyduğum bu ortamda yazmak cazibesini yitirmeye başladı.  Artık huzursuz ve gergindim.
İyi niyetli yapım  ve insanları özünde  "iyi"  olarak görme ütopyamdan dolayı, başlangıçtaki makul yaklaşımım zamanla ve gözlemlerle yerini realitelere bıraktı.  Uzun lafın kısası:  "Private Sözlük Yönetimi Ezik Moderatör kontenjanı"nda  epey bir doluluk var  ve  düz mantığın buyurduğunun aksine,  bir siteye en çok zarar verebilecek olanlar moderatörleridir.  Zamanında bunu Kolikler'de de görmüştüm, üye olduğum bazı forum sitelerinde de... Bazı Ekşi Sözlük moderatörlerini taklit edenler filan...  Tabii Private çok daha rahatsız edici bir durumda.

Gene yazdıklarımı sildim teker teker.  Ama bu sefer Ekşi Sözlük'te yaptığım gibi tümünü silmedim;  numunelik birkaç tane yazımı bıraktım,  tamamen kafama göre  (sik gibi)  bir seçimle...
Tabii son ana kadar rahat durmadım  ve  "Bu sözlükte yazmanın zaman kaybından başka bir şey olmadığı"  meâlli yönetimi eleştiren iki entry daha yazdım,  birkaç gün sonra onları da silmek kaydıyla...  (Nasıl bir mantık idiyse?)


İşte ele!

Ara ara dönüp bakıyorum hâlâ Private Sözlüğe.  Ekşi Sözlük gibi görece düzenli okuduğum bir yer değil.  İçinde yazmayı sevdiğim,  emek verilmiş, insancıl bir yerdi.  Neredeyse hiçbir anlamı yok şimdi bu sözlüğü okumanın benim için.  Vaktim oldukça  enel hakkı'nın mesajlarını okuyorum fln...  (Ki onu bile pek okumuyorum artık. Üstelik iyice sıyırdı ve beni çok kırdı da...)  (kıran kırana!)  Kendimi kasmama rağmen,  bünyesinde denk geldiğim yeni entryler silme zaman kaybı.  Şu an hem yazı kalitesi, hem içerik, hem konu ve fikir zenginliği bakımından çok kötü bir durumda.  Yine de yıllar önce kaybolmuş  ke(n)dimi  hâlâ aradığım gibi;  ara ara bir içgüdüyle dönüp şöyle bir bakıyorum oraya da...

Bir ara geri dönüş yapıp,  kimi başlıklarda  -çoğu zaman kendi bloguma yönlenecek şekilde-  linkler vermek esasına dayanan bir yazarlık dönemim de oldu.  Sonra o da bitti.



P.S. :    + "Ekşi sözlük  vs  Private sözlük"  başlığından bir alıntıdır:
Ekşi Sözlük'te  Private Sözlük hakkında olumlu bir entry yazarsanız entryniz silinmez, hatta beğenilen entryleriniz listenizde ilk 10'a girer. Private Sözlük'te  Ekşi Sözlüğü öven bir entry yazarsanız abuk bir sebepten  "Kurallara uygun değil canım gocunduğumuzdan yaramız olduğundan silmiyoruz valla billa"  diyerekten silinir.
(ivy,  #4105337  Ek$i Sözlük)

+  Private Sözlük:
Hijyenik bir oluşum. Bu nedenle gerçek değil.
Dildeki argo kullanıma tahammülü yok.
Cemaat anlayışı son safhada.  "Ulusalcılar vs Fetocular" gibi bir şey mi acaba?
Başlık altlarında yazarlar çekinmeden tartışma yapıyor. Sanırsın sözlük değil, açık oturum.
İşin ilginci... Çok fazla niyet okuyor.

(can ile canan,  Private Sözlük)


+  Şubat 2011:  Private Sözlük alt yapısı yenilendi.  Görünüm değişmiş, siteye erişim hızı artmışa benziyor.  Bilgilendirme amaçlı atılan e-mail'lerin de etkisiyle ortam biraz hareketlenmiş gibi.
Ne var ki site yönetimini  ve  moderasyon anlayışını revize etmek akıllarından bile geçmemiş yine.   -Yine- ortamdaki birileri,  ortamdaki başka birilerini pervasızca kovma hakkını kendinde görüyor,  -yine- farklı görüşlere ve gerçeklere asla tahammül yok...  Moderasyon,  tanımadığı ve/veya sevmediği yazarlara yapılan hakaret ve lince sessiz kalmaya yine devam ediyor,  hatta sesi çok çıkandan ve yalakalardan yana taraf oluyor,  yine.

Sitenin moderatörlerinden  masterwork  bana bir mesaj atarak,  "Artık yazmamamı istediğini, eleştirilerimle insanları gerdiğimi, oysa pek çok insanın sistemden çok memnun olduğunu ilettiğini,  kendilerine teşekkür üstüne teşekkürler edildiğini söyledi  ve ekledi:   "Atatürk'ü bile sevmeyenler vardı."
Hiç okumadan ve değerlendirmeden,  sırf moderasyona yakın bir isimden gönderilmiş ispitleri görünce entrymi nasıl ve neden sildiğine ise bir açıklama getirmedi.  Daha doğrusu,  sadece "özelden özür dilemek"  ile yetindi. Ertesinde sözlükte ise, bana hakaret eden bir yazarın entrysini refere ederek, "anlayana" dedi.


+  Eylül 2012'de  sitenin kapanacağı duyurulmuş.
Ortamda sadece tek tip bir görüşün sesinin yükselmesine izin verilen,  özellikle bir kişinin alışkanlık edindiği   keyfine göre saygısızlıklarına göz yumulan,  teknik sorunlarını aşamadığı açıkça görülen bir sözlük oluşumu ne kadar devam edebilirdi ki?
Bunları Ekşi Sözlük'e yazınca deli gibi kötülendim yine.  :)



*  Yazı  Şubat 2011  ve son olarak  Mart 2014'de güncellenmiştir.


Şahan,

7 Mart 2009 Cumartesi

 DIGGER  (Oyun)



Bilgisayar kurslarında  MS-DOS  İşletim Sistemi'nin anlatıldığı 90ların başında,  yaz tatilinde bilgisayar öğrenmek için katıldığım bir kursta karşılaşmıştım bu oyunla.  80lerin efsane oyunu Digger,
o dönemleri yaşayıp ilk bilgisayar oyunu olarak kendisiyle karşılaşmış olanların hâlâ hafızasında...

O yıllar öyle şimdiki gibi  "bilgisayar bolluğu"  yaşanan dönemler değildi.  Bir bilgisayar kursunda bile sayılı bilgisayar bulunurdu. Dolayısıyla kursta  Digger  oynayacakların sayısı belliydi.  Kısıtlı zaman  bizim gibi çaylakların oynamasına el vermediğinden, aksiyon ihtimalimiz düşüktü  ve  mecburi gönüllü izleyicilerdik.
Bana da izlemek düşerdi tabii. Belki bir gün oynamak hayaliyle...

Oyun ilk başta kolay gelirdi,  seviyeler ilerledikçe bir heyecan basardı.  Tam "Oldu bu sefer!" derken hoca gelir, yeni ulaşılmış level kapatılmak zorunda kalırdı  :(

Aradan yıllar geçti.  Benzer yeni oyunlar öğrendik, oynadık.
CD-MAN'di,  Packman'di...  Ama hiçbiri Digger'ın yerini tutmadı. Sadece nostalji nedeniyle değil, tasarım olarak da oyun olarak da çok iyiydi. Veya bana öyle geliyor.
Bir de acayip bir müziği vardı.  Hatırlamak isteyenler için YouTube'dan  link  de verelim bari  :))

Hafızamdaki siyah-beyaz bu oyun,  hala belki bir gün büyürsem oynamaya hak kazanacaklarım arasındaymış gibi...




F1 ve F10'a dikkat!  ;)


3 Mart 2009 Salı

 ERGENEKON - Makaleler


Uzun süredir yapmayı planladığım bir şeyi nihayet tamamladım. Ergenekon soruşturması hakkında bugüne dek yazılmış çeşitli makalelerden kısa alıntıları blogumda yayınlıyorum.

Belki gelecekte bir Türk genci, şahsi bunalımlarından sıyrılıp "Ergenekon ne idi?" diye merak ettiğinde, veya konuyla ilgili araştırma/ödev yaptığında,  bu bölümün bir derleme
olarak faydalı olacağına inanıyorum.

Numaralandırarak kısa alıntılar yapmış olduğum bu makalelerin tamamını okumak için, yazının sonunda verdiğim linkleri kullanabilirsiniz.  Maalesef Şubat ayı ortalarından itibaren gündeme gelen;  Turkcell, Pamukbank, Show TV'nin sahibi olan  Çukurova Grubu Başkanı  Mehmet Emin Karamehmet ile Ergenekon generalleri ve darbeciler arasındaki istihbarat paylaşımı ile ilgili yazıları buraya zamansızlıktan hak ettiği kadar aktaramıyorum.
___________________________________________________________


1
Türkiye,  2003 ve 2004 yıllarında çok ciddi darbe teşebbüsleri yaşadı. 2003 yılının Temmuz ayında  Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komuta kademesi,  yani Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları,  ülke çapında orgeneral ve amiraller arasında bir çeşit anket çalışması yaptılar.  Tek tek her birine soruldu:  Darbe yapalım mı?  Çoğunluk, darbenin o an için meşru olmayacağını söyledi,  o yüzden teşebbüs ertelendi ama rafa kalkmadı.

Darbe fikrinin taşıyıcısı ve en büyük savunucusu iki kuvvet komutanıydı. Bu iki komutan, Genelkurmay Başkanı'nı darbeye iknaya çalıştılar.  Son olarak 2004 Ocak-Şubat aylarında  Kıbrıs görüşmeleri sırasında bir kez daha girişim oldu ama Genelkurmay Başkanı ikna olmayınca,  o komutanlardan biri,  daha ‘legalist’ bir çizgiyi benimseyip bu işten tümden vazgeçti.  Diğeri ise içeriden darbe yapamayacağını anladığı için,  TSK'yı dışarıdan darbeye itecek bir planı hazırlamaya başladı.

İşin özü şuydu:  Hükümet AB hedefinde ilerliyordu ve eğer müzakereleri başlatmayı başarırsa  bu inatçı komutan hükümeti hiçbir başka partinin iktidardan indiremeyeceğine inanıyordu.  O yüzden ne yapıp edilmeli, AB hedefi engellenmeliydi.

İşte o dönemde AB'ye girmeyi,  Kıbrıs'ta çözümü destekleyen gazeteciler, yazarlar, akademisyenler  ve  iş dünyası temsilcileri aleyhine müthiş kampanyalar yapıldı.  'Karen Fogg çocukları' bunun küçük bir bölümüydü. Halen Ergenekon soruşturması kapsamında olan bir komutan,  'Vatan haini gazeteciler' listesi hazırladı. Aynı soruşturmanın kapsamındaki bir başka kişi de bu listeyi yaydı mesela.

Bu satırların yazarı dahil kimi gazeteci ve aydınların isimleri  'Misyoner çocukları' denerek ölüm listelerine alındı,  o listeden Hrant Dink öldürüldü.

İnatçı darbeci komutanın amacı,  halkı demokratik ve barışçı gösterilerle sokağa dökmek,  giderek ordunun darbe yapmak için meşru bir zeminin oluştuğuna ikna olmasını sağlamaktı.  Halkı sokağa dökmek için gerekirse kanlı provokasyonlar da yapılabilirdi,  ortaya çıkan darbe planında bu açıkça yazıyordu.

Nitekim 2006 yılında,  önce Cumhuriyet gazetesinin bahçesine bombalar atıldı, ardından aynı ekip gitti Danıştay hâkimlerine saldırdı.  Cenaze töreni, o güne kadar yapılmış en büyük hükümet aleyhtarı gösteriye dönüştü.  TSK komuta kademesi alkışlandı,  pankartlarla göreve çağrıldı,  hükümet yuhalandı,  bazı bakanlara açıkça fiili saldırı yapıldı.
Ertesi yıl art arda gelen  'Cumhuriyet mitingleri'  kitlesel tabanı daha da genişletti.  Mitinglere katılım inanılmaz derecede yüksekti ama mesela İstanbul’daki mitingde  'Ne şeriat ne darbe'  diyenler İzmir'de kürsüye bile çıkarılmadı.

Görünüşe göre darbe için kamuoyu oluşturma planı yolunda gidiyordu ama 2007 Haziranı'nda İstanbul Ümraniye'de bulunan el bombaları her şeyin akışını değiştirdi.

Ergenekon soruşturması işte bu organizasyonun soruşturması.

-----

2
Terörle istihbarat desteği olmadan savaşmak mümkün değil.  İşte bu eksiği gidermek için,  bu konuda pek bir bilgisi ve tecrübesi olmayan bir kurum, Jandarma biraz da el yordamıyla bir şeyler yapmaya çalıştı.
Ahmet Cem Ersever  gibi  'vatan kurtaran aslan'lar  o dönemde öne çıktılar. Yaptıkları önerilerle  veya  kimseye sormadan uygulamaya koydukları yeni yöntemlerle  PKK terörüyle mücadelenin doğasında büyük belirleyicilik elde ettiler.  JİTEM o dönemin bir sonucudur,  'itirafçılar' o dönemin istihbarat arayışlarının sonucudur,  faili meçhul cinayetler,  Hizbullah,  PKK'nın para kaynaklarını keseyim derken bir mega mafya oluşturmanın eşiğine gelinmesi o dönemin sonuçlarıdır.

Bugün ortaya çıkan Ergenekon'u,  Susurluğu tam olarak kavramadan çözmeye imkân olmadığı gibi,  PKK terörünün Türkiye'yi kolayca darbe ortamına sokan 'Halaskar zabitan'  üretimine yaptığı katkıyı anlamadan da Türkiye'de siyaseti anlamaya imkân yoktur.

Ergenekon bu anlamda,  bir yanıyla,  'silahşor' ihtiyacını  o  'vatan kurtaran aslan'lardan sağlıyordu,  (aynen Susurluk'un şilahşorlarını  özel harekâtçı polisler,  eski ülkücüler ve mafya arasından seçerken yaptığı gibi.)

O yüzden Ergenekon ile PKK bir madalyonun iki ters yüzü gibi.  Daha doğrusu şu:  PKK olmasa Ergenekon kendine daha zor zemin bulurdu, silahşor bulurdu, silah bulurdu.  Ama Ergenekon olmasa da PKK olurdu,  vardı da zaten,  yalnız PKK bir süre sonra Ergenekon'unu da oldururdu.
Sanıyorum bu gerçeğin en çok farkında olanların başında Ergenekon'cular geliyordu.  Yarın öbür gün Ergenekon ile PKK arasında ilişkiyi ortaya koyan doğrudan veya dolaylı belgeler ortaya çıkarsa hiç şaşırmayacağım o yüzden.

-----


3
Toplumun tümüne  'gitsin'  diyemeyenler,  rejimi koruma kisvesi altında toplumu iktidarsızlaştırmak istiyorlar.

Ergenekon,  toplumun iradesinin,  isteklerinin ve vicdanının yağmalanmasıdır.
-----


4
Adı Ergenekon olsun,  ne olursa olsun,  sözde düşmanlar üreterek korku imparatorlukları kurarak, sivil iktidarları vesayet altında tutarak,  her türlü hukuk dışı faaliyeti mubah sayarken  güzelce cebini dolduran bir yapı, bazı meslektaşlarımın da ifade ettiği gibi ta  İttihat ve Terakki döneminden beri var.  Zamanında da Ermeni malları paylaştırılmış,  90'lı yıllarda nerdeyse alenen korucular, çeşitli aşiretler ve mafya ile birlikte  eroin kaçakçılığı sayesinde milyonlarca dolar kazanılmıştır.

Susurluk raporunda da açıklandığı üzere,  OHAL perdesi altında hukuksuzluğun, vahşetin, ve özellikle eroin ve silah ticaretinin olağan hale geldiği bir bataklık söz konusu.  Bu ayağın ta Kuzey Irak'a kadar uzandığı iddiaları o zamanlardan beri var.  Peşmergelerin  Saddam Hüseyin'in  Amerikan işgalinde öldürülen büyük oğlu  Uday ile ortak yürüttükleri  mazot, silah, sigara kaçakçılığından elde edilen gelirlerden,  söz konusu malların Türk sınırından geçmesine göz yuman Türk yetkililere pay verdiği de iddialar arasında yer alıyordu.  İşin esrar ayağı olduğu da fısıldanırdı.  Bu konuyu araştırdığı iddia edilen Alman kadın gazeteci  Lissie Schmidt,  3 Nisan 1994'te Kuzey Irak'ın Süleymaniye kenti dışında beraber seyahat ettiği arkadaşıyla birlikte kurşunlanarak öldürülmüştü.

-----

5
Ergenekon soruşturması kapsamında,  Türkiye'de istikrarsızlığı besleyen bir yapının varlığı yeni yeni ortaya çıkmaya başladı.  Siyasi otoritelerin; devlet içindeki yasadışı yapılanmaları,  denetlenemeyen özerk kurumları denetim altına alabilmeleri için gerekli yasal düzenlemeleri yapmaları  ve  bu düzenlemelerin uygulamada hayat bulmaları şart.  Yoksa salt Ergenekon'un ortaya çıkmasıyla,  çağdaş ülkelerde olduğu gibi,  askerlerin demokratik sivil denetiminin yolu açılmaz.

-----


6
Takıldığım ana mevzu şu:  Ortada bir büyük mesele var.  Peki Ergenekon soruşturmasının konusu nedir?
Türkiye'nin hayatını karartmış bir devlet felsefesinin ürünü olan;  kabaca, bu topraklarda yaşayan herkesin yaşama hakkını birilerinin tercihlerine bağlayan;  elinde silah, güç, yetki bulunan birilerine memleketin esas sahibi konumu veren;  bu sahipliğin sürmesi için her türlü mücadele yöntemi ve tedbiri tartışmasız meşru sayan,  bize özgü bir mekanizma.
Ben Teşkilatı Mahsusa diyorum,  siz başka şey deyin;  özü değişmez.

Cumhuriyet tarihinde ilk defa, bu mekanizmanın ne olduğu, kimler tarafından yönetildiği, nasıl yürütüldüğü,  kimlerin kirli işlerde hangi ilişkiler içerisinde kullanıldığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor.  Karşımızdaki;  sapma, yoldan çıkma falan da değil.  Özü,  devlet içinde birilerinin hukuk ve denetim dışı siyasî ve silahlı örgüt tarzında faaliyet göstermesi  ve bunun meşru devlet düzeni içerisine yapısal olarak monte edilmiş bulunması.

"Ergenekon Susurluk'la başladı"  lafı da koca bir yalan.  Şuursuzluktan, cahilce kolaycılıktan ya da hakikat arayışının gereken yere varmadan kesilmesi için söyleniyor.

Niçin onlarca yıllık bir hesabın görülme ihtimali belirdiği sırada,  bu insanların başlıca meseleleri sadece ve sadece yan ürünlerdir?  AKP'nin hesabı var, tamam.  Soruşturmada bir sürü eksik gedik var, tamam.  Maksatlı, tuhaf uygulamalar var, tamam.  Bütün bunlar elbette konu edilmesi gereken şeyler, tamam.

Peki bunlar,  değişim korkusunu  "Ay anlayamıyoruz"a  dönüştürmüş insanların bolca bulunduğu bir kamuoyuna seslenirken,  olayın esasının önüne geçirilecek önemde midir?

-----


7
Her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.  Ergenekon davası, başarısız bir darbe girişimi olmaktan öte bir şeydir.
"Bir takım adamlar, askerî bir hiyerarşi içinde ve mafyanın OMERTA yasası gereğince örgütlenip darbe yapmaya niyetlendiler ve sonra da yakayı ele verdiler" diye,  bir toplum bu ölçüde bir kutuplaşma ve ayrışma yaşamaz.

Ergenekon davası  Avrupa'da 90'lı yıllarda görülen Gladyo davalarının da hiç birine benzemiyor.  O davaların Avrupa'yı sarstığını söylemek mümkün. Ama o kadar. Toplum bölünmedi, kutuplaşmadı.  Oysa bizdeki bölünme hem çok sarsıcı hem de devam edeceğe benziyor.
Özellikle hukuk kurumlarımız,  Barolar Birliği'nden  Yargıtay'a kadar büyük bir huzursuzluk içindeler  ve  tam bir teyakkuz halinde Ergenekon mesaisi yapıyorlar. Bu kurumlar adına peş peşe açıklama yapıp yorumda bulunanların yüz ifadeleri,  büyük bir felaket yaşamış ve dehşete kapılmış olanların yüz ifadesi kadar korkutucu.  Garip olan şu ki,  sanık ya da şüpheliler,  mesela Tuncer Kılınç da  İbrahim Şahin ve  Veli Küçük de,  hatta Danıştay hâkimini öldüren Alparslan Arslan ve diğer maruf tetikçiler de,  onları çeşitli platformlarda savunanlardan daha rahat görünüyorlar...
Ama bakıyorsunuz Baykal dahil,  Ergenekon'un avukatlığını yapanlar, sanıklardan daha çok korkmuş ve endişeli bir ruh hali içinde görünüyorlar. Sanki bir gün  'davaya'  yeteri kadar sahip çıkmamakla suçlanacaklarını düşünüyor gibiler.

Akıllı Ergenekoncular ise şimdilik darbe beklemek yerine,  mevcut davayı önemsizleştirmek için ellerinden geleni yapıyor.
Türkiye'de aynı adamların,  insan hak ve özgürlükleri ile yaşam hakkını savunma adına bir tek laf ettiklerini duymuş değiliz.

Mesela toplu mezarlar ve asit kuyuları hakkında;  mesela kayıplar, katliamlar ve yargısız infazlar hakkında;  mesela 12 yaşındaki bir çocuğun 13 kurşunla ve babasıyla birlikte öldürülmesi  ve onları öldürmekten yargılananların insanlığın vicdanıyla alay edercesine beraat etmeleri hakkında;  mesela neşe içinde parkta oynayan çocukların birdenbire patlayan bombalarla paramparça olmaları ve o bombaları atanların hiç bulunamaması hakkında;  mesela bazı karakollarda kadınlara gözaltındayken günlerce tecavüz edilmesi ve binlerce işkence mağduru hakkında;  mesela üç milyon insanın zorla yerinden göç ettirilmesi hakkında;  mesela asit kuyularında yakılanlar ve  20 bin civarında faili meçhul cinayet hakkında;  mesela ırkçılar hakkında;  bu adamların bir tek laf ettiklerini duymuş ve işitmiş değiliz.

-----


8
Gladyo'dan kurtulabilmek,  bu tür yapılanmaları anlamsız ve işlevsiz kılan bir konjonktürü gerektirir.  Çünkü bu ağlar devletle o denli iç içe durumdadırlar ki, onlardan kurtulmanız bir anlamda devletin onları  'kusmasını'  icap ettirir ve devletler de ancak bu ağları gelecekte taşımanın bedeli yeterince fazlalaştığı zaman onları  'kusarlar'.

Nitekim bu tür temizlik operasyonlarının çok zor geçilen bir eşiği mevcuttur. Yerleşik çeteler söz konusu eşiğin aşılmaması için ellerinden geleni yaparlar ve özellikle de sırtlarını yargıya dayamak isterler.
Öte yandan yargı tam da bu nedenle temizliğin en önemli aktörüdür. Çünkü yargının bu adımı atması,  çetelerin beklediği kollanma işlevinin de yapılamayacağını gösterir.  Eğer siyasi irade de bu operasyonun ardında ödün vermeden ve yalpalamadan durabilirse,  yolun sonuna gelinmiş demektir.

-----


9
Toprak altından çıkarılan elbombaları ve suikast silahlarına kaş kaldırıp göz açarak baktıktan sonra, "Ay valla anlayamıyoruz, bilemiyoruz ki neler oluyor..." tiradları atanlar, eğer o silahlarla bu memleketin doğru dürüst insanları öldürülse, kalabalıklar birbirine düşürülse, katliamlar birbirini izlese, o durumda da "Ay valla çok üzülüyoruz, içimiz parçalanıyor" falan diyecek, sonra yoldan geçen tankları izleyerek rahat nefesler alacaklardı.

Bazı çok basit soruları sormayı bile akıl edemiyor mu bu insanlar? İnanabilir miyiz buna?

Ben hemen cevap vereyim,  zahmet olmasın:  Bizi öldüreceklerdi.
O halde şimdi "anlamıyorum" diyen, bizi öldürmelerini de umursamayacaktır. Bu kadar.

Cumhuriyet'in okumuş-yazmış eliti, en bağnaz softadan daha tehlikeli bir tip oldu çıktı karşımızda!

Torba torba elbombası, kutu kutu mermi çıkıyor yeraltından, lav silahları çıkıyor; okuryazar cahillerimiz onların çıkarıldığı çukura başlarını gömmeye çabalıyor.

Bu gidişin varacağı yer belli: Birileri bizim gibileri öldürüp o çukurlara doldursun isteyecekler. Bugünkü saflık, anlamazlık ayakları da geride kalacak.

-----


10
Hrant Dink'in  devletin töre cinayetine kurban gitmesinin üzerinden iki yıl geçti.  Devletin töre saydığı bazı 'kırmızı çizgiler' var ve bu çizgilerin ötesine geçtiğine inanılanlar Dink gibi yok ediliveriyor.
Düzenin muhafaza edilmesi,  çizgiyi aştığı düşünülenin cezalandırılması,  gücün gösterilmesi,  korkunun esaretiyle güçsüzleşen bireyin yüksek otoriteye teslimiyetinin sağlanması, ... devletin "rutin dışına çıkan" faaliyetlerinin de asıl amaçları.

Gelenekten beslenen,  sürekli iç ve dış düşmanlarla mücadele ruhunun otoriterliği meşrulaştırdığı  ve  seçimle işbaşına gelen siyasi güce de hükmeden bir yapı bu.  İçerisinde görünmez seçimler,  siyasi oyunlar olan asıl bir güç odağı.  Çekirdeğinde ordu var.

Hukuki düzen 1960'tan beri askerî müdahaleyle yapıldığından,  sistem her şeyden önce öz devleti korumayı hedefliyor.  Bu yüzden ilk darbeden bu yana geçen 40 yıldaki hukuki düzenlemeler,  öz/derin devlete dokunmuyor.
Bugün Ergenekon'u tartışırken de,  aslında bir derin devlet kanadını tartışıyoruz.
...
İtalya'da,  Türkiye'den farklı olarak ordu,  kendi yargısı ve denetlenemez muamma iç dünyasıyla,  siyasetin üzerine konumlandırılmamıştı.  Dahası, Kürt konusu gibi,  Gladio'yu  Soğuk Savaş sonrasına taşıyabilecek  ve  sürekli besleyecek,  silahlı çatışma potansiyeli taşıyan bir sorun da yoktu.

Şimdiyse, bir kanadını feda etmek zorunda kalan "öz devletin" mevzi kazanıp kendini korumaya alması söz konusu olacaktır.  Zaten medya, hukuk, siyasi ve sosyal yapı, yarım yüzyıldır bunun için kurgulanmış.  Gelecek yıllar, kırılmaya başlayan kabuk ve kırılmaya dirençli yapısı arasındaki yeni uzlaşma ve çatışmalarla geçeceğe benziyor.

-----


11
(Ergenekon  ve  Medya  üzerine)
Tuncay Güney konuşmalarının,  Ergenekon konusunda duyarlılıktan çok duyarsızlık yarattığı konusunda benim hiç kuşkum yok.

Fasa fiso'cuların,  Tuncay Güney'in ekranlardan fışkıran güven vermez  ve esrarengiz kişiliğine yaslanarak yürüttüğü kara propagandayı daha da etkili kılan birinci unsur bu...
İkinci unsur,  "ciddinin magazinleştirilmesi"  üzerinden yürüyor.  Tuncay Güney'in bu kadar ciddi bir meselede sergilediği  "dünya yansa dalgasını geçme" tutumu,  alaycılığı,  oyunculuğu,  rol kesmeleri sanki sahih olmayan bir durumla,  bir "oyun"la karşı karşıya olduğumuz gibi bir izlenim yaratıyor.

Gazeteciliğin bir "ayıklama" mesleği olduğu doğruysa eğer,  ona "her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz" günlerden geçiyoruz.

-----


12
Olmuş bitmiş bir davayla karşı karşıya olmadığımızın dikkatle altını çizmek gerekiyor.  Bazen, insanın direncini kıracak kadar yoğun bir sulandırma, magazinleştirme kampanyasıyla yüz yüze olduğumuz çok açık.

Sorunun özüne bakınca  çok basit bir gerçeğe parmak basıyor Ergenekon davası:  Darbe girişiminde bulunan özel bir iç savaş örgütlenmesiyle karşı karşıyayız.

Bunun neresinin anlaşılmaz olduğu ciddi bir merak konusu. Bu yeni bir örgüt mü? Değil!  17 bin 500 faili meçhul dosyanın olduğu bir memlekette, insanı şok eden siyasi suikastların periyodik bir biçimde gerçekleştiği bir politik atmosferde,  şaşırtıcı olan,  Ergenekon davasını önemsizleştirmeye çalışan solcuların varlığıdır.  Bu sadece şaşırtıcı değil, korkutucudur.  AKP'ye dair derin odaklı zokayı yutanlar,  Ergenekon davasına esas olarak AKP hakkındaki analizlerinin yanlışlığı nedeniyle şüpheyle bakanlar, gerçekte,  dava süreciyle iktidar partisini baş başa bırakarak  sürecin bütün şüpheleri sona erdirecek aşağıdan bir kitlesel eylemle gelişmesini ve siyasal demokrasinin sınırlarının gelişmesi için gerekli olan enerjinin açığa çıkmasını engelliyorlar.

(Asıl sorun şu:)
Hükümette AKP var diye, Ergenekon davasını önemsizleştirenlere teslim mi olacağız, yoksa aşağıdan baskı oluşturarak hükümetin ve savcının davada sonuna kadar gitmesi için kendi taleplerimizle sokağa çıkmaya devam mı edeceğiz?

-----


13
Eskiden daha fazla bilgi ve enformasyonun  daha fazla toplumsal farkındalık ve ilgi yaratacağına inanılırdı.  Son 20-25 yılda yapılan araştırmalar ise enformasyon aktarımında belli bir eşiğin aşılması durumunda  (yağmur halinde enformasyon)  tam tersi sonuçların ortaya çıkabileceğini gösterdi. Enformasyonun "karmaşık" olması durumunda ise bu sonuç neredeyse mukadderdi...
Ne kadar 'acı' olursa olsun,  insanlar tekrar tekrar izledikleri olaylar karşısında bir süre sonra  'sıkılmaya'  başlıyorlar,  o olaya karşı ilgilerini yavaş yavaş kaybediyorlardı.

"1996 Kasımı'nda  Susurluk'taki kazayla birlikte ortaya çıkan  'hesap sorma ve arınma'  talebinin  bir süre sonra tavsamasının nedenlerinden biri de buydu kuşkusuz.  Öylesine yoğun bir haber bombardımanı altında kalmıştı ki okur, bir süre sonra yavaş yavaş ilgisini kaybetmeye başladı.  Üstelik konu karmaşıktı,  izlemek için çaba sarf etmek gerekiyordu ve gene üstelik,  'tepe'de meselenin üstüne gitme yönünde samimi bir çaba gözlenmiyordu.
Sonrasını biliyorsunuz:  Okurların, gazetelerde bu tür haberler gördükçe sayfaları çevirmeleri bir oluyordu...

-----


14
JİTEM  bir 'hayalet örgüt'.  Yani her an buharlaşıp yerine yenisi kurulabilir ve geride,  yani 'arşivlerde' hiçbir iz bırakmaz.  İnsan ister istemez başka meselelerde karşımıza çıkan 'arşiv' tartışmasını hatırlıyor.  Arşivde kayıt olmadığı için insanların ölmediğini iddia etmek de belki bir tür alışkanlık ama her olay kendi Abdülkadir Ayganlarını maalesef yaratıyor ve cinayeti gizlemek pek de mümkün olmuyor.
Tabii bir diğer tehlike de olayları yürütürken polisin eline düşmek veya deşifre olmak...  Bu durumda yargının karşısına çıkmak kaçınılmaz.  Ama yine endişe edecek bir durum yok.  Aygan'ın yaşadıkları,  uygun savcı ve yargıçların bulunabileceğini ve devletin suç işleme imtiyazının hukuki bile kılınabileceğini ortaya koyuyor.  Nitekim çok zorda kalınırsa alt kademeler mahkemelere çıkıyor  ama yukarıdakilere hiçbir şey olmuyor.

Bu tablo  JİTEM'in ne olduğunu bütün çıplaklığıyla göstermekte...
JİTEM,  Ergenekon'un bir parçasıdır.  Bu örgüt bize görünür olmayan, ama şiddet ve bilgi tekelinin üzerine oturan asıl devletin vurucu kolu. Görmediğimiz için  'derin'  dediğimiz o devletin 'içi'...
Ve böyle devlet yapılanmalarını tanımak ancak içerden bilgi almakla mümkün.

-----


15
...
Askerin siyasi sistemin içinde kendisine bir rol istemesinin temelinde ciddi "ekonomik çıkarlar" olduğunu görebiliyoruz.

Bankası elinden alınmış bir medya patronu olan  Mehmet Emin Karamehmet'in,  Jandarma İstihbarat Daire Başkanı ile görüşmesinin şaşırtıcılığı da azalıyor.
Siyasetle ve yargıyla başı derde giren  Cem Uzan'ın,  Jandarma Genel Karargâhı'nda niye dolaştığının da muhtemel cevabı kafanızda şekillenebiliyor.

Türkiye bir "sahtelikler" ülkesi.

Medya önümüze bir dekor koyuyor.
"Laiklik düşkünü bir ordu",  "laik rejimi korumak isteyen bir komutan",  "Laiklik için çarpışan gazeteler".

Bir de bu dekorun arkası, karanlık ilişkilerin sürdüğü kulisi var.  O kuliste iş ilişkileri, para konuları konuşuluyor.  İhale hesapları yapılıyor.  Bazı ekonomik kararların çıkartılması için sivil hükümetlere yapılacak baskılar belirleniyor.
Sonra,  sanki ortada hiç "para" meselesi yokmuş gibi demeçler veriliyor, yazılar yazılıyor, manşetler atılıyor.  Halka bütün bu olanlar "siyasi" bir olaymış gibi gösteriliyor.  Birçok işadamı ve gazete patronu,  askerin siyasette kalabilmesi,  kendilerine bir menfaat sağlayabilmesi için "tehlikeler",  halkı korkutacak  "dehşet hikayeleri"  yaratıyor.
"Bölünüyoruz!  Şeriat geliyor!  Demokrasi isteyen Batı ülkemizi parçalama peşinde!"
...
İşlerini askerle halleden bir patron,  "hukukun geçerli olmasını" ister mi?
İşlerini askerle halleden bir patron "askerin kışlasına dönmesi gerektiğini" kabul eder mi?
...
"Demokrasinin bu ülke çıkarına olmadığını söyleyen" gazeteler,  gazete sahipleri,  işadamları;  aslında  "demokrasinin kendi çıkarlarına olmadığını" söylüyorlar.
Gerçekten de demokrasinin onlara bir faydası yok,  zararı var.
Demokrasi olduğunda o kadar rahat para kazanamazlar.

Bence siz Türkiye'deki bütün siyasi tartışmalara bir de "para" açısından bakın.
Askerlerin siyasetin içinde olmasını savunanların iş ilişkilerini bir izleyin.

-----


16
Altlarının kirliliğinden korkanlar  vatan elden gidiyor naraları atarken, tarafsızlık ya da vatanseverlik adına gerçekleri sumenaltı etmek isteyenler ve çarpıtanlar,  kaba milliyetçilerden çok daha tehlikeliler.  Çünkü onlar figüran değil, baş aktörlerdir.  Bu baş aktörler, tarumar edilen ilçeleri, köyleri ve kentleri çok iyi tanırlar...
-----


17
2007 yılında  İstanbul Ümraniye'de bir gecekonduya yapılan baskında  çok sayıda silah ve mühimmatın ele geçirilmesiyle başladığı belirtilen Ergenekon soruşturmasında daha kaç dalga var bilemiyorum.  Ama şu ana kadar Ergenekon çerçevesinde ortaya çıkan veriler bile Türkiye'de her bireyin, canına kast edilebileceği ciddi bir tehdit altında olduğunu  ve bu tehdidin bertaraf edilmesinin ne derece hayati olduğunu ortaya koyuyor.

Bendeniz,  "orduyu darbeye kışkırtmak için silahlı bir örgüt kurulması" şeklinde özetlenebilecek Ergenekon soruşturmasının, dışarıdan gelen desteğin de yardımıyla şu ana kadar sürdürülebildiğine inananlardanım.  Bunun, daha ziyade dışarıdan alınmış olabilecek manevi bir destek ya da en azından operasyonların önünü kesecek müdahalelerin yapılmamış olabileceği şeklinde bir dış uzlaşı olduğunu düşünüyorum.

-----


18
(Susurluk,  Türk Medyası,  Ergenekon ve suç örgütlenmeleri ile ilgili bir yazıdan alıntı)

"Bu toplum;  devletin suç işlediğini, devlet aktörlerinin suç örgütleriyle iç içe olduğunu bilse de bunu duymak ve görmek istemez.  O durumda devlete karşı nasıl davranacağını bilemez.  Kendi kimliğini devlete borçlu hissettiği için, devleti yıpratan her şeyi kendisine yönelik bir tehdit olarak algılar ve bu nedenle de kendi özel hayatına çekilip asıl siyaseti devlete bırakmayı tercih eder.  Türkiye'de devlet odaklı suç örgütlenmesinin böylesine rahatlıkla sürdürülebilmesinin nedeni budur.

Birçok insan Ergenekon soruşturması sonucunda  'saygın'  bürokratlar ile apaçık suça bulaşmış kişilerin birlikteliğini yadırgadı.  Çünkü kamuoyu suç dünyasının sözünü ettiğimiz 'doğallığının' farkında değil.  Bu bilgiler ondan gizlenirken toplum da bilinçli cehaleti tercih etti."

-----


19
Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından  Hüseyin Görüm,  Danıştay 2. Dairesi üyelerine yönelik saldırının sanığı  Alparslan Arslan  kadar dürüst bir çocuk görmediğini belirterek,  "Allah'ın kelamını keşke onu tanımadan önce bilseydim de ona da anlatsaydım.  Allah'ın kelamını bilenin cinayet işlemeyeceğini biliyorum" dedi.
-----


20
Odamda volta atarak yaptığım Ergenekon kazısında bulduklarım ve İdeolojik Ergenekon Cephaneliği:
_ Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur.  Nam-ı diğer anti-emperyalizm.
_ Bir antika silah olarak  Ermeni düşmanlığı.
(Ermeni düşmanlığı,  en medeni salonlarda bile ortamın medeni tasarımını çok bozmadan varolabiliyordu.  Ayrıca kafatası antrapologlarını da meşgul etmiyordu.)
_ Ermeni düşmanlığının hemen yanında  Yahudi düşmanlığı  duruyordu.
Bu evrensel patlayıcı,  Hitler'in cephaneliğinden değil,  Müslümanların cephaneliğinden buraya taşınmıştı.
_'Demokrat düşmanlığı'.  İdeolojik Ergenekon cephaneliğindeki en konvansiyonel silah.  Bu silah Tükiye'de bakkaldan bile temin edebilirsiniz. Mantar tabancası statüsündedir.  Merkez medyamız tarafından gazeteyle birlikte her gün promosyon olarak kuponsuz dağıtılır.
_ Karanlık Savaşlar teorisi silahı  (Genelkurmay yapımıdır.)
_ Batı düşmanlığı silahı.
_ Devrimcilik silahı:  Ergenekon cephanesinin Mona Lisa'sı.  Sosyalizmin orta yerinden nasıl yürütülmüştür, bu ciddi bir araştırma konusudur.  Böyle bir silahı kaptırınca en çok telaşa kapılması gereken sosyalistler olması gerekirken, nasıl böyle bir rahatlık içinde oldukları büyük bir muammadır.
...
Bu ideolojik silahları müzeci bir koleksiyoner sabrı ve şehvetiyle toplayan Ergenekon,  bu müzeye hem küratör hem de bekçi olarak niye CHP'yi ve Baykal'ı tayin etmiştir?  Bu cephaneliğin en büyük muamması da bu zaten.

-----


21
Kabul edelim artık, Ergenekon içimizde!  Mesele, sadece üç-beş emekli paşa, onların sivil şakşakçıları ve gözükara tetikçilerin oluşturduğu bir gizli örgüt meselesi değildir.  Mesele, darbenin yolunu döşemek için yapılacak suikastlar ve toplumda ses getirecek terör olayları da değildir.  İşin o tarafı, zabıtayı ilgilendirir.  Mesele, bir zihniyet kalıbı ve bunun yarattığı kişilik bozukluğu meselesidir!  Eğer bu ülkenin kentli, eğitimli ve hâli vakti yerinde orta sınıflarına mensup insanlar askerî darbeyi hâlâ bir  'çözüm'  olarak düşünüyorlarsa, durum vahimdir.
Tuncer Kılınç Paşa,  Kemal Gürüz ve  diğerlerinin toparlandığı gün bütün gözler Org. İlker Başbuğ'a çevrildi ise,  bu işte bir tuhaflık var demektir.

-----


22
Ergenekon, düpedüz yasadışı bir örgüttür.  Arkasında ciddi bir ideoloji vardır ama belki de örgütsel varlığı her zaman süreklilik içermeyebilir;  buna karşılık ideoloji veya temel anlayışlar yüzyıldan fazla zamandan beri her zaman var.

Bugün için süren dava ve soruşturmayla Ergenekon örgütü çökertilmiş bile olsa,  yarın öbür gün aynı örgütün yeniden dirilmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Çünkü, diyorum ya,  Ergenekon'u var eden fikrî altyapı orada duruyor.
O fikrî altyapıyla fikir düzeyinde mücadele etmek gerekir.  Ve bana soracak olursanız bunun yegâne yolu da hukukun üstünlüğü,  demokratik hesap verebilirlik gibi kavramları yüceltmekten, bu kavramların ifade ettiği hayat tarzını su gibi, hava gibi, güneş gibi olmazsa olmaz bir şey olarak tanımlamaktan geçiyor.

Eğer demokrasi bizim için vazgeçilmez bir şeyse,  o zaman zaten demokrasi yoluyla kamu gücü ve parası kullanan herkesten de hesap sorabilir olacağız demektir.  Bu hesaplar doğru dürüst sorulursa zaten Ergenekon diye bir şey olamaz,  daha doğrusu kamu gücü kullanılarak Ergenekon oluşturulamaz.
Ama unutmayın,  bu söylediğim yere varmak için daha çok yolumuz var.
Bir dava açıldı, bir sürü kişi resmen suçlandı ve hapse girdi diye iş bitmiyor.

...
Savcıya da fazla yüklenmemek gerek bence.  Baksanıza, darbeyle devrilecek olan hükümet bile konunun üzerinde neredeyse hiç durmadı,  ne Sarıkız'ı ne de Ayışığı-Yakamoz planlarını araştıracak, soruşturacak bir şey yaptı. Sadece hükümet mi?  Baksanıza Meclis,  eski Deniz Kuvvetleri Komutanı  Özden Örnek'in  'darbe günlükleri'  hakkında bir 'Meclis araştırması' açılmasını bile sağlayamadı.  Siyaset kurumu Ergenekon'a çok uzak duruyor, hele hele darbe girişimlerini duymak bile istemiyor.
Tabii, siyaset kurumu ve parlamento  kendi hukukuna,  ülkede demokrasinin kalitesine ve sürdürülebilirliğine sahip çıkmayınca,  bu konuda hiçbir girişimde bulunmayınca,  bizim gibi gazetecilerin çabaları da meseleyi bir yere kadar getirebiliyor ancak.

-----


23
Bir damla kana baktıklarında,  bütün vücuttaki hastalıkları görebiliyorlar.
O minicik damla,  bir bedenin nasıl ve nerede  bozulduğunu anlatıyor.
Mehmet Emin Karamehmet olayı,  o bir damla kan gibi işte.  Bu ülkenin neredeyse bütün yapısal sorunları bu tek olayın içinde ortaya çıkıyor.

Şimdi Ergenekon sanığı olan,  o zamanki  Jandarma İstihbarat Daire Başkanı general  (Levent Ersöz),  medya patronuna, Jandarma komutanını kastederek "Komutanımız hassas bir insandır, onu kırmayın" diyor.  Tam mafyavari bir tehdit.

Bir Jandarma komutanı,  Türkiye'nin en büyük holding  ve  medya patronlarından birini rahatça tehdit edebiliyor, istediği adamın istediği göreve gelmemesi halinde  "kırılacağını"  bildiriyor.
Komutan, hükümete  "sorunları çözmesi"  için emir de verebiliyor.  Sorunları komutan tarafından çözülen medya patronu da tabii borcunu ödüyor.
Komutan o sırada bir darbe hazırlığı içinde  ve darbe ortamı hazırlamak için medyanın yardımına ihtiyacı var.  Aralarında konuşurlarken kullandıkları ilginç bir "şifre" bulunuyor.
"Milli" diyorlar.  Karamehmet'in çıkarları "milli" çıkarlar,  komutanın darbe hazırlığı da "milli" amaçlar için.  İkisinin "ortak" milli çıkarları,  onları "ortak" bir noktada buluşturuyor.
Karamehmet,  gazetelerinde ve televizyonlarında,  darbe hazırlayan komutanın istediği türden "milli" yayınlar yapmaya söz veriyor.

Bu ülkede medyanın önemli bir kesimi generallerle işbirliği yapıyor. Şimdi bu olayların ışığında baktığınızda  Karamehmet'in gazetelerinde neden "demokrasi" isteyen insanlara söven o kadar çok yazarın biriktirildiğini de anlıyorsunuz.  O yazarların orada olması, o yazıları yazmaları, o kadar çok küfür etmeleri, o kadar çok yalan söylemeleri pek tesadüf değil.  Patronla komutan arasındaki gizli anlaşmanın sonuçları bunlar.
Anlaşılan Karamehmet sadece medyasını değil,  telefon şirketini de komutanların hizmetine sunuyor ve bunun için iyi bir "teşekkür" alıyor.
Bu ülkenin sistemi bu tür gizli anlaşmalar üstünde varlığını sürdürüyor zaten.

Böylesine dehşet verici bir gerçeğin ortaya çıktığı gün dönüp siyasi partilere bakın.
İktidar partisinden bir ses çıktı mı?
Ana muhalefet partisinden bir ses çıktı mı?
Diğer muhalefet partilerinden bir ses çıktı mı?

"Gerçek iktidarı" gördüklerinde hep birlikte susuyorlar.  Sadece birbirlerine bağırıyorlar.
Bir oyun bu.  Ordusuyla, partisiyle, medyasıyla gerçeği sizin gözünüzden saklamak için bir oyun oynuyorlar.

-----


24
(Ergenekon ile ilgili, bence soyut anlamda çok değerli olan bir yorum ise Murat Belge'den geldi) :

Dünya tarihinin "modern" dediğimiz çağında,  kendimizi içinde bulduğumuz konumların çoğu,  Mary Shelley'nin  Frankenstein  romanında anlattığı temel (simgesel) durumla özdeş:  Yarattığın canavar karşısında çaresiz kalmak!  Nazizm'den nükleer bombaya,  genel çevre tehdidinden yerel patlamalara, her yerde bununla karşılaşıyoruz.  Böyle olmasına rağmen, bunca deneye rağmen,  her seferinde kendi yarattığımız canavar karşısında elimiz bağlı,  elimiz mahkûm ve "canavar"ın istediği oluyor.
-----


Ayrıca, bkz:  Abdülkadir Aygan katilim olabilirdi





KAYNAKLAR:

1:  'Ben bu işi anlamadım'  diyenler için Ergenekon  -  İsmet Berkan,  25 Ocak 2009 - Radikal
2:  PKK olmasa Ergenekon da olmazdı  -  İsmet Berkan,  10 Ocak 2009 - Radikal
3:  Güz Sancısı'ndan Ergenekon'a  -  Etyen Mahçupyan,  30 Ocak 2009 - Taraf
4:  ErgenekonII  -  Amberin Zaman,  30 Ocak 2009 - Taraf
5:  Sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesi...  -  Lale Sarıibrahimoğlu,  21 Ocak 2009 - Taraf
6:  Değirmene taşımayın,  ama yere de dökmeyin  -  Ümit Kıvanç,  17 Ocak 2009 - Taraf
7:  'Tehcir ve Taktil'  -  Orhan Miroğlu,  14 Ocak 2009 - Taraf
8:  Kritik eşiğin sıkıntıları  -  Etyen Mahçupyan,  20 Ocak 2009 - Taraf
9:  Gelin yavrum,  anlatayım...  -  Ümit Kıvanç,  14 Ocak 2009 - Taraf
10:  Ergenekon çözülür mü?  -  Sezin Öney,  19 Ocak 2009 - Taraf
11-13:  Tuncay Güney'in  TV şovları  hakikatte kimin işine yarıyor?  -
Alper Görmüş,  23 Ocak 2009 - Taraf
12:  Ergenekon çetesinden davacıyız  -  Şenol Karakaş,  30 Ocak 2009 - Taraf/Her Taraf
14:  Bir devlet itirafçısı  -  Etyen Mahçupyan,  6 Şubat 2009 - Taraf
15:  Zenginlerin tuhaf ilişkileri  -  Ahmet Altan,  6 Şubat 2009 - Taraf
16:  Bu ülke...  -  Suzan Samancı,  30 Ocak 2009 - Taraf
17:  Ergenekon'da ABD ile uzlaşı oldu mu?  -  Lale Sarıirahimoğlu,  14 Ocak 2009 - Taraf
18:  Bir alternatif piyasa olarak Ergenekon  -  Etyen Mahçupyan,  25 Ocak 2009 - Taraf
19:  'Alparslan Arslan kadar dürüst bir çocuk görmedim'  -  2 Mart 2009 - Radikal
20:  Odamda volta atarak yaptığım Ergenekon kazısı  -  Gökhan Özgün,  17 Ocak 2009 - Taraf
21:  Ergenekon içimizde!  -  Ayhan Aktar,  19 Ocak 2009 - Taraf
22:  Ergenekon,  'Gladio' mudur?  -  İsmet Berkan,  15 Ocak 2009 - Radikal
23:  Hangi iktidar, hangi muhalefet  -  Ahmet Altan,  11 Şubat 09 - Taraf
24:  Doğrusunu bilmek...  -  Murat Belge,  6 Ocak 2009 - Taraf