28 Şubat 2009 Cumartesi

Gündemdekiler  (Şubat 2009)

Kısa K ı s a... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .


25 Şubat 2009'da,  Hollanda'daki uçak kazasında THY uçağı düştü.  Kazada 4 mürettebat ve 5 yolcu hayatını kaybetti.

Haber bültenlerinin reyting yarışında etkili bir duygu tırpanı olan bu kazanın, "hava boşluğu"ndan kaynaklandığı sanılıyor.  Ayrıca Boeing tipi uçakların güvenilirliği ile ilgili şüpheler tekrar uyandı.
Yanda THY önündeki cenaze töreninden bir görüntü.



26 Şubat 2009:  Ve Deniz Seki  Popstar'dan sonra şimdi de hapishanede!

Salak olduğunu bilirdim bu kadının. Ama kimsesi de yokmuş aynı zamanda.
Yani  'arkası'  ayol!





ERGENEKON :   Söylemeye gerek var mı?  Çoktan üzeri örtüldü.  Operasyon tamamdır!



ABD'nin yeni  Dış İşleri Bakanı  Hillary Clinton,  yemin töreni konuşmasında,  ABD eski başkanı Bill Clinton  ve  Monica Lewinsky skandalına göndermede bulundu.  Şakacı bir tonla,  "Eşime her türden deneyimle dolu bir yaşam için teşekkür ederim"  dedi.



Flaş flaş flaş!  Türk halkı Cem Yılmaz'a en az  Seda Sayan  kadar güveniyor!
MediaCat'in yayımladığı  Celebrity Güven Endeksi araştırmasında  uzun zamandır  1. olan  Seda Sayan,
bu dönem zirveyi  Cem Yılmaz  ile beraber paylaştı.
2. sırada  Uğur Dündar,   3. sırada ise  Beyazıt Öztürk  yer alıyor-muş.



Ergenekon davası tutuklusu  Hurşit Tolon,  "delil yetersizliği"  sebebiyle  6 Şubat'ta tahliye edildi. Böylece davada yargılanan  4 yıldızlı (****)  kimse kalmadı.  Ergenekon'un da,  zamanında Susurluk davasında olduğu gibi sembolik olarak devam edeceği belirginleşti.




Kurtlar Vadisi  ve  Vay Anam Vay  gibi diziler ile son dönemde dikkat çeken tiyatrocu  Atilla Olgaç,  katıldığı bir TV sohbet programında  "10 Rum öldürdüm zamanında..."  gibi ifadeler kullandı.  Olaylar büyüyünce herşeyi reddetti  ve  "Hepsini uydurdum"  ("Kafamda bir senaryo yazdım")  dedi.



CHP'nin Kocaeli adayı  Sefa Sirmen,
yeni mühim projesini açıkladı:
Her mahalleye bir Kur'an kursu!

(Yorum 1:  Her mahalleye yetmez, her eve lazım!)
(Yorum 2:  Çarşaf açılımı tutmadı, Kur'an açılımı versek?)




Aysel Tuğluk
 1.5 sene hapis cezası aldı.
Suçu malumu söylemek.
(bkz:  Ergenekon Yazıları-III)





Davos Fatihi RTE,  internet dilindeki tabirle ufak bir "ayar" aldı.  Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'ın  Dış İşleri Bakanları Abu Dabi'de biraraya gelerek, "Arap olmayanların yıkıcı bir şekilde işimize karışmasından rahatsızız"  açıklaması yaptılar... Bu arada ABD Başkanı Barack Obama,  YouTube video paylaşım sitesini devletin resmi yayın organı olarak ilan etti.  Davos sonrası Obama'ya YouTube üzerinden mesaj yollayan liderlerden biri RTE idi.




Sokaktaki çöpçüden  köşebaşındaki fahişeye kadar herkesi Sabetayist ilan eden Yalçın Küçük, bombalarına devam ediyor. Kendi geliştirdiği bilimsel tekniği bir insan ancak bu kadar hırpalayabilir.



Ve savcı  Bülent Ersoy'un peşini yine bırakmadı. Bakırköy Cumhuriyet Savcısı, Bülent Ersoy'un beraat kararını temyiz etti.  Mal varlığını Mehmetçik Vakfı'na bağışlamaması bile sorun oldu.

İncir çekirdiğinden böyle baba baba iddianameler hazırlayan ulusalcı savcılarımız;  tahammülsüz, insani değerlerce maymunlardan geldiğimizi kanıtlar gibi milletin gözüne soka soka çıkışlar yaparken;  varın aynı orantıyı devlet meselesi addedilen olaylar konusunda,  derin devlet hususlarında,  hukukun üstünlüğü zırhını kuşanarak yaptıklarında  DOĞRU ORANTI  ile kendiniz bir hayal edin.



Türk Sineması  yine yapacağını yaptı ve bir sürü Türk filmi, yarı yıl tatilinin denk geldiği Şubat ayına sıkıştırıldı. Yanda sadece üçünün afişleri yer alıyor:  Güz Sancısı,  Kirpi  ve Pandora'nın Kutusu.




27 Şubat 2009 Cuma

 Askeri Organizasyon


Son zamanlarda  Ergenekon heberlerinin de etkisiyle  bir kez daha merak etmeye başladım.  Acaba bu askeri organizasyon düzeni nasıldır, neyin nesidir?  Mesela Yarbay mı büyük rütbe  yoksa Binbaşı yahut Albay mı?... gibi sorular içerisindeydim.  (Amman ne mühim sorular! :P)

Velhasılında araştırmacı gazeteci kişiliğimle biraz taradım. Meğerse tek doğru bildiğim şey Binbaşı'nın Yüzbaşı'dan büyük olduğu imiş.  :O
Buyrun bakalım:


Subay Rütbeleri:
Asteğmen --> Teğmen --> Üsteğmen --> Yüzbaşı --> Binbaşı --> Yarbay --> ALBAY

General Rütbeleri:
Tuğgeneral -> Tümgeneral -> Korgeneral -> ORGENERAL -> (Savaşlarda: Mareşal)
Not:  Deniz Kuvvetlerinde  ise  Koramiral ve ORAMİRAL.


Ayrıntılı bilgi ve şemalar için  Vikipedi'den bakınız:
1: TSK rürtbeleri
2: Askerî Rütbeler
3: Türkiye'nin Kolorduları


EK:   Bir de  "muvazzaf subay"  denen bişey var ki  çoğu alanda olduğu gibi bence bu örnekte de  Türk Dil Kurumu  (TDK)  internet sözlüğü dökülüyor.
İtü Sözlük'te iki farklı yazar ise şöyle tanımlamış ibareyi:
_Ergenekon terör örgütü soruşturmasında sık sık gündeme gelen bir yakıştırma. (toto)
_Henüz emekli olmamış, çalışan subaydır. Yani görevdeki subaydır. (marrow)



22 Şubat 2009 Pazar

 Ve Tanrı Kadını Yarattı




Tanrı,  erkek  Kendisine hiç bir zaman yetişemesin;
Ama hep itaat etsin,  diye yaratmış bence kadını.

Zevzeklik bir yana,  geçenlerde eski Yahudi yazmaları ile ilgili birkaç şey okumuştum,  ilgimi çekti:
Misalse bir meleğin affedilmesi mümkün değilmiş.
Yani yapmaması gereken bir şeyi yaptığında  veya  yasaklara karşı itaatsizlik ettiğinde  sonsuza kadar cezalandırılırmış melekler.
Ama insanlar affedilebiyor.
Kusurlu olduğumuz için bence.
Belki de fiziksel bedenimiz  (topraktan oluşumuz),  kusurlarımız ve cinsellik sebebiyledir.

...
Belki Tanrı,  hayal kırıklığı ve acıyı  bir canlı türü üzerinde gözlemlemek istemiştir.  Kim bilir?
...

Ortaokul yıllarımdayken dönemin ünlü mankeni  Claudia Schiffer,  Brigitte Bardot'ya benzetilirdi.  O zamanlar bünye  "Bardot"  kim bilmezdi tabii.
Ve bu cehaletiyle kalkıp  "Ne alaka?"  da derdi,  "Tabii ki Claudia!" da...

Velhasılında ikisi de güzel kadınlarmış.  Ancak bugün BB'nin güzelliğinin zamana çok daha fazla yayıldığını görebiliyorum.

Aşağıda sağda  Roger Vadim'in  ünlü Fransız filmi  "Ve Tanrı Kadını Yarattı/...and God created woman/Et Dieu... créa la femme"  afişi  ve  1965 yılı tarihli  "Viva Maria!"  filminden  (BB)  Brigitte Bardot'nun bir fotoğrafını yerleştiriyorum.  En üstte ise  İtalyan yıldız  Gina Lollobrigida,  Notre Dame'ın Kamburu'ndaki  Esmeralda  olarak bize selam veriyor  (1956).




20 Şubat 2009 Cuma

Üzeyir Garih Cinayetinde Yeni Gelişmeler


(Önbilgi:Üzeyir Garih cinayetinin ertesinde,  kendisinin kayıp cep telefonuna ait sinyalleri takip eden polis,  Hasdal Kışlası'ndan konuşma yapıldığını tespit etmiş;  alınan özel izinle kışlada arama yapan İstanbul polisi,  Garih'e ait cep telefonunu bir askerde bulmuştu.  Üzerinden Üzeyir Garih'in telefonu çıkan asker,  cep telefonunu aynı kışladaki  Yener Yermez'den  aldığını söyledi. Yener Yermez ise firardaydı.  Hırsızlıktan sabıkası olan ve geçmişte cinayetten hüküm giyen katil zanlısı, madde bağımlısı Yermez;  cinayetten 10 gün sonra memleketi Kayseri'ye giderken yakalanmış,  cinayeti para için işlediğini itiraf etmişti.)

Neler olmuş geçen dönemde, şöyle bir bakalım:


  • Alarko Holding'in eski yöneticilerinden avukat Doğan Kasadolu,  olayın aydınlatılması için yedi yıl sonra bir dilekçeyle mahkemeye başvurdu. Cinayetten sonra polis kıyafetli kişilerin Üzeyir Garih'in torunlarından birini kelepçeleyerek götürdüğünü;  ertesinde aileye  "Olayı medyada duyurmaları halinde cinayeti bu çocuğun işlediğini açıklayacaklarını" söyleyerek yüklü miktar para talebinde bulunduklarını ve fidyenin ödendiğini,  Garih'in torunlarının da apar topar Amerika'ya yerleştirildiğini söylemesiyle  Garih cinayeti tekrar gündemde konuşulmaya başlandı.

  • Yener Yermez'in askerlik yaptığı dönem komutanının,  Ergenekon sanıklarından,  Kuvayı Milliye Derneği Başkanı emekli Albay
    Fikri Karadağ  olduğu yapılan incelemede ortaya çıktı.

  • Yener Yermez'in askerliği sırasında,  yine Ergenekon davası sanıklarından  Murat Oğuz  ile aynı kışlada teğmenlik yaptığı ortaya çıktı.   (Murat Oğuz,  Garih cinayetinden yaklaşık beş ay kadar önce otomobil kaçakçılığı suçlamasıyla   Tuncay Güney  ile beraber gözaltına alınmış;  gazeteci (?) Güney'in  evi ve işyerinde Ergenekon örgütü hakkında bazı belgeler bulunmuş,  Tuncay Güney polis sorgusunda Ergenekon hakkında ayrıntılı bilgiler vermişti.  Güney'in gözaltında iken el yazısı ile çizdiği Ergenekon şemasında Üzeyir Garih, Veli Küçük ile bağlantılı olan işadamları arasında gösterilmekteydi.)

  • Üzeyir Garih'in gömleğindeki bıçak darbelerini gösteren,  eldeki kayıtlarda yer almayan bir şema, Adli Tıp Kurumu'nda çalışan ve Ergenekon dünyası ile yakın ilişkiler içinde olduğu iddia edilen  Ümit Sayın'ın evinden çıktı.  Yine Dr. Ümit Sayın'ın ev bilgisayarındaki msn kayıtlarında, bir suikast sonucu öldürülmüş  Necip Hablemitoğlu  hakkında öldürülmesinden önce  "1 yıla kadar gidici. Tamamen bizim tarihimizden silinmeli"  ifadeleri Ergenekon iddianamesinde önemli yer tuttu.

  • Tüm Garih cinayeti soruşturması sırasında,   "Cinayetin 1'den fazla faille işlendiği  ve  olayda ikinci bir kesici alet kullanıldığının  Adli Tıp Kurumu tarafından tespit edildiği"  bilgileri geçti.  Ancak 2. kişi kimdi, bulunamadı.  Ayrıca Yener Yermez'in para için öldürdüğünü söylediği Üzeyir Garih'in cüzdanı ve değerli saati üzerinden alınmamıştı.

  • Yeni bir iddia gündeme geldi:

    Üzeyir  GARİH,   Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı iken, Azerbaycan  ve  Rusya'daki işlerinde çıkan pürüzleri halletmesi karşılığında  Ergenekon örgütüne düzenli olarak bağış yapıyordu.
    Bu bağışlar zamanla çok ciddi meblağlara ulaşınca,  ortağı  İshak Alaton ile aralarında sorun çıktı.  Anlaşmazlık derinleşmeye başlayınca Üzeyir Garih  Ergenekon'a yaptığı para yardımını tamamen kesti.  Veli Küçük  ve kuryeler aracılığıyla iki kez uyarıda bulunulan Alarko grubu, Ergenekon'a açıkça tavır almıştı ve artık hiç para ödenmiyordu.

  • İddialar üzerine  Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı Zekeriya ÖZ, Yener Yermez'in ifadesini aldı.

  • Şubat 2009'da  Yener Yermez  yeni bir iddiada bulunarak  Garih cinayetinin kameraya alındığını söyledi.

    "Rolümü iyi ezberlemem için bana günlerce Garih öldürülürken çekilen görüntüleri izlettiler."   Bir mektubundaysa,  "Cinayeti işlediğimi söylemem karşılığında bana 1.5 milyon dolar vereceklerini,  kabul etmezsem beni ve ailemi yok edeceklerini söylediler" diyordu.  Olayı "Meral"  isimli ilişkide olduğu bir kadın ve tanımadığı bir adamın beraber işlediklerini,  yerde yatan adamın kim olduğunu bilmediğini,  cinayetten sonra adamdan aldıkları cep telefonunu kendisine verdiklerini ve Hasdal'daki birliğinin kapısına bırakıldığını söyledi. "Polislerin nizamiye kapısına kadar gelerek beni aradığını öğrendim. Komutanlarım,  'Polisler seni arıyor, istersen kaç git'  dediler;  ben de firar ettim."
Ayrıntılı bilgiler için  bkz:   'Garih Cinayeti kameraya alındı'


Bu arada,  bir başka büyük Türk işadamı  (Çukurova Grubu'nun patronu ve Turkcell'in sahibi)  Mehmet Emin Karamehmet'in,  darbeci paşalarla çeşitli işbirliği ve özel yakınlıkları olduğu;  aralarındaki ilişki ve görüşmelerin ayrıntıları da son dönemde gündemde.


Konu hakkında yazılmış bazı makale ve yazılar:
1) 'Üzeyir Garih cinayeti  ve  Türkiye...'  Oral Çalışlar. Radikal, 16/12/2008
2) Hablemitoğlu Cinayeti  Ümit Sayın'ın  msn  kayıtlarında  20/07/2008 - Habervitrini.com
3) Garih cinayeti kameraya alındı  Radikal, 15/02/2009




EDIT:   Aradan yıllar geçti ve cinayet aydınlatılamadı.  Ama hakkında pek çok ihtimal baş döndürücü hızda söylendi.  "MOSSAD yaptırdı"dan tutun; Tapınakçılar, Masonlar, Ergenekon ile MOSSAD ortaklaşa çalışmasına kadar... Pınar Konuşkan dendi,  güzel Türkçe konuşan ama Türk olmayan güzel bir kadın Meral dendi...  "Musevi bir kadına ait kan izi bulduk"  bile diyecekti İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şubesi eski Müdürü  Adil Serdar Saçan.
Kördüğüm olan cinayetteki çelişkili ifade ve iddialar diz boyu.
The Cemaat'in  bu cinayette de payı ve örtbası varsa,  ona da şaşmam.
Gerçeğin ne olduğunu  ve  olay örgüsünü ise kim bilebilir?



17 Şubat 2009 Salı

  Güz Sancısı

.
Şubat ayında vizyona giren yeni filmlerden biri Güz Sancısı idi. Zaten Şubat, Türk filmleri açısından bereketli bir aydır. Hazır yarı yıl tatiline de girilirken, ellerinde olan pek çok filmi aynı anda piyasaya süren yapımcılar sayesinde Türk filmlerinin zebilliği durumu yaşanır. Misalse 2009 Ocak sonu ve Şubat ayında vizyonda olan bazı Türk filmleri şöyle:
A.R.O.G, Şeytanın Pabucu, Issız Adam, Kadri'nin Götürdüğü Yere git, Ayakta Kal, Güz Sancısı, Kirpi, Pandora'nın Kutusu... (Bunlar sadece hatırlayabildiklerim, dahası da var.)

Gelelim  Güz Sancısı'na...

Etyen Mahçupyan'ın  künyesinde yer aldığını öğrenmemle birlikte gidilecekler arasında yerini almıştı zaten.  Son zamanlarda takip etmeye çalıştığım yazarlardan bir tanesi.  Tomris Giritlioğlu ile daha önceki kimi filmlerinde de beraber çalıştıklarını biliyorum.

Konudan konuya gibi olacak ama...  Not düşmek istedim:
"Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri'nden Sanat İnkılabı"  çok uzun tartışılabilecek bir konu ve yeri burası değil.  Sadece, misalse Atatürk'ün,
"Kurduğumuz Cumhuriyet'in ne seviyede olduğunu ve halkımızın Cumhuriyeti ne kadar benimsediğini en iyi sanatçılarımızdaki değişimden anlayacağız"
benzeri sözleri  ve bugün;  bunca yatırıma,  geçen bunca zamana  ve zenginleşmeye rağmen;  sanatsal ürünler açısından bu noktada isek,  bundaki faktörlerden birinin de kültür dünyamız içerisinde önemli yeri olan  Ermeni ve Musevi cemaatinin  bu topraklardan koparılması olduğuna inanıyorum.

... Gerçi filmle ilgili bazı eleştirilere kanmış olaydım,  filme gidebilmem bile mümkün değildi ya!  İyi ki kendi seçimlerimi daha üstün tutuyorum başkalarının yorumlarından.   (Dikkafalılığın en güzel yanı)


Efendim, film aslında 6-7 Eylül'ü filan anlatmıyor,  daha doğrusu bir belgesel değil. Belgesel bekleyenlerin az şaşırmış olması bundan.

Filmde (Senaryoda), o dönem içerisinde kurgulanmış bir aşk hikayesi anlatılıyor.  Başlangıçtaki oyunculuklar biraz "hamsı ve yapay" olsa da;  ilerleyen dakikalardaki sahneler,  müzik ve diyaloglar yelkeni doğrultmuş.  Özellikle Beren Saat  tam bir piskopat figürü çizmiş.  (Çarli dizisinden hatırladığımız)  İlker Aksum  ve sonradan  Zeliha Berksoy  olduğunu hayretle öğrendiğim (mükemmel makyaj yapılmış ve göz kamaştırarak oynanmış o babanenin)  oyunculuklarında,  (ve Belçim Bilgin etc.)  bir sinema salonunda olduğumu unuttum.

İzlenebilir seviyede bir film yani.  Konusu tabi çok önemli,  ama bu öneme layıkıyla inilememiş maalesef.   1955 Olayları  yüzeysel bir arka fon olarak kullanılmış.  Haliyle ne dolu dolu bir aşk hikayesi  ne de tarihi bir film çıkmış ortaya.  Yine de dokunaklı ve etkileyici sahneler yok değil.  Hakkında yazılmış olumlu/olumsuz anlamlı eleştiriler okumak isterdim doğrusu.  Ancak  -yine maalesef-  şu ana kadar pek bir şey bulamadım gibi...  Neyse ki  Ertuğrul Özkök  imdadımıza yetişti:   "Kapı işaretleyen çapulcular"  ile başlayıp,  "25 yıl boyunca  bir tek Kürt komşunun kapısına işaret konmadı"  diye sürdürerek  (Mısırlılar Yahudilerin kapılarının üzerine kanlı işaret koymuş diyor bu adam),  yıllar sonra bugünün Türkiye'sine dair bir dönem filmi çekilmek istendiğinde, nadide bir şahsiyet olarak baş köşelerde duran kendisi ve yazısına da belki bir ara değinirim.
.

15 Şubat 2009 Pazar

 KİM KİMDİR?

Ben çocukken  (80'ler),  televizyonda bu isimde bir program vardı. Cumartesi sabahları,  dönemin tek kanallı TRT'sinde çocuk kuşağında yayınlanırdı. Tarihteki ünlü bir kişinin hayatı ve yaptıkları,  bir spiker tarafından önündeki yazılı kısa metine bakarak  birinci tekil şahıs kipinde okunur,  bitiminde
"BEN KİMİM?"  diye sorulurdu.  5-10 saniye süren hafif müzik eşliğinde bizler tahmin yürütmeye çalışırken,  süre bitiminde ekranda bu kişinin vesikalık resmi belirirdi.   ("Cumartesiden Cumartesiye")

İşte son günlerde Ergenekon cephesinde olan yeni gelişmeler bana bu programı anımsattı.  Evet gerçekten, "KİM KİMDİR?"
Herşey ve görüntüler o kadar hızlı bir şekilde akıp gidiyor ki,  o kadar çok yalan-yanlış haber ortada dolaşıyor ki,  bu kez tahmin yürütmek için 5-10 saniyeniz bile olmayabiliyor.











Mesela günlerdir,  Susurluk davasının baş aktörlerinden  (Adli Tıbbın  "Hafıza kaybı geçirmiştir" raporuyla salıverilen)   İbrahim Şahin'in  (yukarıda sağda), bu kez Ergenekon davasındaki savcılık ifadeleri  ve  yeni gelişmeler facia boyutunda ilerliyor.  Bu ifadelere gecikmeli de olsa bir gazete  (Radikal)  yer verdi.  Özellikle Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak ismi göze çarpıyordu savcılık ifadelerinde.  Ertesi gün bir de ne görelim! Türk Silahlı Kuvvetleri,  "Vay! Ne haddinize!"  mealli bir basın açıklaması ile Radikal'in akreditasyonunun askıya aldığını duyurdu.

(Genelkurmay  Radikal'in akreditasyonunu askıya aldı:  "Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, Özel Harekât Dairesi eski başkanvekili ve Susurluk hükümlüsü  İbrahim Şahin'in,  Ergenekon soruşturması çerçevesinde tutuklanmasından önce verdiği ifadesine geniş yer veren Radikal gazetesinin akreditasyonunun askıya alındığını açıkladı.")

TSK'nın bu sert çıkışından sonra,  İbrahim Şahin de çıkıp günlerdir ortada dolanan ve hiçbir itirazda bulunmadığı savcılık ifadesini reddetti.  "Hepsi yalan!  Savcının kendisi yazdı"  şeklinde bir U-dönüşü yaptı.
İşte bu kadar!

(Ne nedir?,  sonradan hatırlayabilelim diye,  bir kaç dikkat çekici haber ve linklerini veriyorum)
bkz:  ‘ İbrahim Şahin’in sorgusu TSK’ya uzandı’  -  Radikal, 11/02/2009
bkz:  ‘Şahin’in ifadesi,  Genelkurmay’ın açıklaması’  -  İsmet Berkan. Radikal, 13/02/2009

İbrahim Şahin'in  ciddi iddiaları var  ve  evinde bulunan tuhaf/önemli evraklar... Yeni kurulacak Terörle Mücadele Müsteşarlığı'nda kendisine önemli bir görev önerildiğini,  bu amaçla 300 kişilik bir vurucu tim oluşturmaya çalıştığını söylüyor.  İç temizlik yapacak özel bir birimi TSK'nın en üstünden gelen talimatlarla kurmaktan, Genelkurmay'ın bilgisi dahilinde planlanan S-1 (Sefir) isimli bir örgütten,  emrinde polis ve askerlerin olmasından;  Alevi Cemaatleri,  Özür Diliyorum aydınları,  Ermeni cemaati önderleri  ve bir sürü kişi için hijyenik temizlik operasyonlarına başlanmasına ramak kalmasından... Tabii eğer yakalanmasaymış!

Evinde pek çok evrak,  suikast planı,  bazı caphaneliklerin krokileri vs bulunuyor.  Pek çok üst düzey askerle görüşmeleri de dinlenme kayıtlarına takılmış İbrahim Şahin'in.
bkz:  ‘Yakalanmasaydım bir hafta sonra operasyon başlıyordu’  -  Radikal, 12/02/2009
bkz:  ‘Genelkurmay: İbrahim Şahin’le görüşmedik


Bir de  Fatma Cengiz  meselesi var ki anlayana mavi boncuk! Kimdir bu kadın?
"Kayseri Hava İndirme Tugayı'nda  görevli olduğu iddia edilen tutuklu  Fatma CENGİZ"  deniyor haberlerde.  Genelkurmay ise yalanlıyor.  Ancak kimdir sorusuna cevaben halen medyada anlamlı bir bilgi mevcut değil.  Hakkında "meczup" deniyor,  "dengesiz" deniyor...  "Haftasonları komutan pantalonu giyerdi,  deliydi"  denmiş bir yerde mesela ki ona çok güldüm. Hani şu geçen yazın sosyetesinde pek bir meşhur olan asker kıyafetleri modasını takip ediyormuş ayol bu Fatma!  Ne kadar yeterli bilgiler bir insanı karalamak için, öyle değil mi?

Fatma Cengiz,  İbrahim Şahin  ile  üst düzey generallerin  gizli hattan görüşmelerini sağlıyormuş.  Şahin öyle diyor.  Fatma Cengiz'in,  elindeki bazı CD'leri kullanarak  İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ı  tehdit etmesi iddiası var bir de...  (Akla ziyan iddialar var  Fatma Cengiz  hakkında,  bkz:  Fatma Cengiz ulak mı,  yoksa yönlendirici mi? - Radikal, 12/02/2009)

Eğer  İbrahim Şahin  bunları uyduruyorsa;  bu kadar büyük bir cesareti,
("İlker Başbuğ'un haberdar olduğu"  iddiası mesela),  gerçekten bu devasa cesareti nereden buluyor?  Hafızasını kaybeden İbrahim Şahin'in bu olduğuna emin misiniz?  300 kişilik ölüm listeleri oluşturan bu adam mı?)


Bu noktada bir de  Orgeneral Şener Eruygur'un eşi Mukaddes Eruygur'a ait olan bir dinleme kaydı ortaya çıktı. Dinlenen dinlenene yani!  Öncelikle bu şekilde telekulakların ve ortam dinlemelerinin alıp başını gitmesinden bu ülkenin bir vatandaşı olarak kaygı duyuyorum, hoş bir şey değil.

Ancak söylenen şeyler de az buz değil; yani "kamu menfaati var" bu bilgilerin kamu ile paylaşılmasında.
Burada bir es koyup  Bayan Eruygur'un  GATA'daki bir sohbeti  ve iki doktorun kendi aralarındaki konuşmalarına kulak verelim.
bkz:  Dinleyiniz/izleyiniz.

Maalesef bu kayıttan da öğreniyoruz ki,  artık güvenebileceğimiz hiç bir kurum kalmamış buralarda. Moral bozucu bu şeyin ayrıntılarına, eğlence ve paylaşım amacı ile açmış olduğum bu blogda değinmek dahi istemiyorum şu an.  İyisi mi,  en kör gözüm parmağına nokta  ("12. ve 14. Ağır Ceza Mahkemeleri bizdenmiş")  hakkında yazılmış iki makaleden alıntı yapma kolaycılığı ile yetineyim.

1.Hasan Celal Güzel'in  13 Şubat tarihli Radikal gazetesindeki duygusal yazısından kısa bir alıntı,  (‘Yazıklar Olsun Size!’):

"... ‘Yok canım, hiç öyle şey olur mu?’  diye düşünürken,  birkaç gün önce diğer emekli orgeneral Hurşit Tolon’un,  tartışmalı bir şekilde tahliyesini hatırlıyoruz.
İddiaya göre,  Tolon’un avukatları,  tahliye talebi için 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin nöbetini beklemişler ve bunu ayarlamak için ellerinden geleni yapmışlar…
İşte bu nokta, yargının iflâs ettiği noktadır."

2.  ‘Genelkurmay Radikal’e kızacağına...  Oral Çalışlar. 14/02/2009, Radikal

"Şener Eruygur’un eşinin, bir askeri doktorla konuşmaları medyanın önemli bir bölümünde nedense önemsenmedi.  İki mahkemenin kendilerinden olduğunu söylüyordu bayan Eruygur.  Nitekim bu ‘bizden’ mahkemelerdeki hâkimlerden birisi, ‘akla ziyan’ bir gerekçeyle Hurşit Tolon’u tahliye etmişti."

Garih cinayeti  ile  devam edecek...


9 Şubat 2009 Pazartesi

 Kirpi  (Sinema)


Bu sene yarı yıl tatilinde vizyona giren bir sürü Türk filminden biri de  Kirpi  idi.  Kalktım gittim. Buraya kısaca bir kaç not düşmek farzdır.

Bu bir komedi filmi.  Yandaki film  afişinden de anlaşılacağı üzre,  baş rollerinde Mazhar Alanson ve  Güven Kıraç  var.  Aslında iddialı bir afişle çıkmışlar bence. Bir sürü güzel kadın oyuncunun yanı sıra,  küçük rollerde pek çok ünlü oyuncu olmasına rağmen  anlaşılan yönetmen  "ortaya bir karışık"  yapmak istememiş afişte.

Gittiğime pişman olmadım açıkçası hoş bir seyirlikti.  Gülerken kasıklarınıza ağrılar giren bir komedi filmi değil;  ama basit işler ve küfürlerle güldürmeye çalışan bir hali de yok.  Mazhar Alanson o kadar doğal bir oyunculuk sergilemiş ki, göze batabilecek, iğreti durabilecek bir tiplemeyi  (Kirpi Reşat) zevkle baştan sona izledik.  Ayrıca daha önce  Sınav  filminde izleyip beğendiğim,  Elveda Rumeli dizisinde de oynayan  Caner Özyurtlu  da dikkat çeken bir isimdi.

Kirpi  yaz döneminde çekilmiş sanırım.  Şubat'ın ortasında bol sağanak yağışlı bir günde izlerken biraz tuhaflık oluşmadı değil.  Aslında güzel bir film,  tam bu zamanların  "Ergenekon-aldatma-iletişim-bilişim-telekulak-TV-mafya"  düzleminde güzel gitti.  Karı-koca sahnelerinin bu kadar uzun tutulmasına gerek yokmuş sadece.

Süper Baba,  İkinci Bahar,  Yabancı Damat  gibi eserlerin yazarı  Sulhi Dölek'in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış.  "Çok kötü bir film çıkabilir"  diye girmiştim salona...  Beklentiyi düşük tutmanın faydaları işte...
.

7 Şubat 2009 Cumartesi

ERGENEKON Yazıları-III

Kişisel Yorumlarım:
Bu ülkede askere hiçbir şey olmaz.
Sözüm,  görevini kötüye kullananlara gitsin.

Çeyrek asırdır bir PKK sorunu bitmiyorsa bu ülkede,
mutlaka değerlendirilmesi gereken bir sorun vardır demektir. _____________________________________________________

Neler oluyor Türkiye'de?

Savaşın devam etmesini isteyen bir derin devlet,  etnik temizlikçiler,  ülke gelirlerinin ezici çoğunluğunun gittiği bir savunma sanayi;  ve doğudaki çatışmalarda erlerin silahları patlamıyor ha?  Defalarca basılan karakollar basılmaya devam ediyor bu arada.

Neden kimse yargılanmıyor?
Hakkında  Susurluk  ve  Ergenekon davaları  dahil  ciddi iddialar olan,  Ergenekon olayları sürerken intihar eden  Albay Abdülkerim Kırca;  hakkında süren davalar olmasına rağmen  16 sene boyunca mahkemeye çıkmamış, çıkarılmamış.  12 sene bir davasının soruşturması sürmüş,  4 yıldır da yargılanacak mahkeme aranıyormuş.
Şimdi bu nedir?

Peki Şemdinli'deki olay neyin nesiydi?
Bir askere ceza verildi diye duyduk önce.  Sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt  dava sürerken çıkıp  "İyi çocuktur"  dedi.  Verilen karar düştü ve dava Askeri Mahkemeye yönlendirildi.  Oradan da elbette "beraat".
Bu kadar.  İşte budur.


Peki aynı ülkede başkalarına ne oldu?

* Savcı,  Bülent Ersoy'un peşini bırakmadı.  Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Bülent Ersoy'un beraat kararını temyiz etti.
“Tıbben çocuk doğuramayacak bir insanın  Türk annelerini  provake etmesi”
ile suçlandı.  Bülent Ersoy'un,  mal varlığını Mehmetçik Vakfı'na bağışlamaması bile temyiz sebebi edildi.  "Düşüncelerini sebepsiz yere ifade etti"  denerek yeniden dava açılması istendi.

(Bülent Ersoy,  bir televizyon programında söylediği  "Çocuğum olsa askere göndermem"  sözleri nedeniyle halkı askerlikten soğutma gerekçesiyle  9 aydan iki buçuk yıla kadar hapis istemiyle yargılandığı davadan beraat etmişti)    (bkz:  Savcı,  Bülent Ersoy'un peşini bırakmıyor)

(İncir çekirdiğinden böyle baba baba iddianameler hazırlayan ulusalcı savcılarımız;  tahammülsüz,  maymunlardan geldiğimizi kanıtlar gibi milletin gözüne soka soka çıkışlar yaparken;  varın aynı orantıyı devlet meselesi addedilen olaylar konusunda, derin devlet hususlarında,  hukukun üstünlüğü zırhını kuşanarak yaptıklarında  DOĞRU ORANTI  ile  kendiniz bir hayal edin.)

* Aysel Tuğluk  1,5 sene hapis cezası aldı.  Suçu şunu söylemek:
Sayın Başbakan  "PKK’yı terörist ilan edin sizinle görüşelim"  diyor.  Bununla mesele çözülmez.  Sizin terörist olarak nitelendirdiğiniz insanlar kimine göre de kahramandırlar.


Sol ve Medya

Peki ya  CHP'nin ve Türk solunun  Ergenekon konusundaki yaklaşımına ne demeli?   Ya bunların medya ayağını oluşturanlara?
Bir şey demeye gerek yok.

"17 bin 500  faili meçhul dosyanın olduğu bir ülkede,  insanı şok eden siyasi suikastlerin periyodik biçimde gerçekleştiği bir atmosferde şaşırtıcı olan,  Ergenekon davasını önemsizleştirmeye çalışan solcuların varlığı."

"Diktatörleri askerler,  politikacıları gazeteciler devirir.  Yıllardır kokuşmuş ve dar alanlarda süren ülke siyasetimizi,  bu ülkenin merkez medyasına borçluyuz biraz da"  diyordu  Ahmet Altan.


Hurşit Tolon Paşa

Delil yetmezliği sebebiyle Ergenekon davasından dün tahliye edilen  Hurşit Tolon  ile ilgili bir anekdot düşmek istiyorum burada.  Cumhuriyet mitingleri üzerine kendisinin bir konuşmasını izlemiştim geçmişte.  Kişisel yorumum şu:
Bu ülkede  bağnaz dinci kesimin kadına yaklaşımı ile,  koyu Kemalistlerin kadına yaklaşımı arasında temelde bir fark yok.  O kadar çakışıyorlar ki hatta birbirleriyle!

Birinin derdi:  Kadını kapatmak,  türban veya çarşafa sokmak,  tek telini göstertmemek.  Diğerinin derdi:  Kadının kafasını açmak ve yakasına Atatürk rozeti takmak.  İşte bu kadar!  Kadın = Beden.
Kadının adı yok,  kişiliği yok,  kişisel tercihleri yok.   (Varsa da yok sayılıyor)

Tuhaf bir şekilde aynı kadın,  ekonomik hayata da katılıyor bizde.  Para kazanıyor yanii. Arap ülkelerinden farklı olarak daha yüksek eğitim de alıyor. Ama sonra dönüyor dolaşıyor,  oralardaki kadınlarlardan daha meşakkatli yollardan geçtikten sonra,  onlarla aynı değerler potasında tartılıyor.
Bu söylediklerimden ve  (sözde)  kadın adına sürdürülen bitmez siyasi tartışmalarımızdan pek çok sonuç çıkartmak mümkün.


Yazımı,  geçenlerde bir sitede gördüğüm kısa Ergenekon yorumu ile tamamlıyorum.
"İktidarda olan hemen her partinin varlığından haberdar olduğu bir oluşumun  (derin devlet) ,  bu dönemdeki iktidarın menfaati gereği,  ülke gündemi ve ekonomisine ciddi hasarlar bırakmayacak ölçüde, şimdilerde etkisiz kişiler üzerinden yürüttüğü ve açığa çıkardığı operasyondur nitekim Ergenekon.
Şaşkınlıkla izlemiyoruz.
"
(rotinda  /  20.09.2008,  Private Sözlük)
_________________________________________________________



(bkz:  ERGENEKON Yazıları-II)

5 Şubat 2009 Perşembe

 Ümit Özgen'i kim öldürdü?


Ümit Özgen.  Hatırladınız mı bu ismi?
Ocak 2009 desem?
Uludağ, Akut, donma vakası desem?

Tarih:  21-22 Ocak 2009
Ekranlarda  "Uludağ'da kaybolan genç bulundu!" haberleri ve tanıdık gelen  "Sevinç gözyaşları döküldü"  lafları...
Ertesi gün de bildirdiler ki meğer ambulansta ölüm gerçekleşmiş,  desem?

___________________________________


Bir sürü şey söylendi bugüne kadar.  Çocuk kaybolmuş öğleye doğru siste. Olağan bir durum, düz ova değil bu kaybolunan yer. Mevsim de yaz değil.
Eh neyse ki yanında cep telefonu var bu gencin.  Hemen Uludağ'daki beraber geldikleri arkadaşlarını arıyor.  Ailesini arıyor.  Bundan sonrası
-miş'li geçmiş zamanla:

Bir şekilde Jandarma'ya ulaşılmış,  anlatılmış durum. Tarifler yapılmış.
2 adet kar motorsikletiyle saatler sonra çocuk aranmaya başlanmış. Benzin çabuk bitince  arama yarıda kesilmiş,  sonuç alınamamış.
Çocuk bakmış işler yavaştan ilerliyor,  "Her koyun kendi bacağından asılır" düsturuyla kendisi labirentin çıkışını bulmaya çalışmış.
(Bu arada havadaki sis de çekilmiş,  telefondaki sözleri ve o gece Uludağ'da olanların anlatımlarına göre.)

"Ben daha fazla dayanamam artık, helikopter gönderin"  demiş çocuk.
"Bir fişek yok mu?"  diye sormuş Jandarmaya.  "Patlatın ben o yöne doğru koşayım, beni o bölgede arayın" demiş.  Yani demiş de demiş...




Yukarıdaki mesajlar bu gencin bilincini yitirmeden ve ölmeden önce durmadan attığı mesajlardan bazıları.

Gerçi bulundu bulunmasına.  Kaybolmasından 11 saat kadar sonra, geceyarısı saat 23 sularında  Çobankuyu mevkii denen bir yerde.
Ama bulunmakla iş bitse!


Genci buluyorlar. Bu kez de ambulansa taşıma derdi başlıyor. Ambulans ve içindeki doktor, oteller bölgesine gelmiş; bilinci kayıp Ümit ise Çobankuyu mevkiinde!
Kar makinasıyla inilmesi zor bir yerde mi bulunmuş ne (zaten aksinin düşük ihtimal olduğu başından belli.)
O durumdaki,  nabzı durmuş hastayı
saatler boyunca otel bölgesine taşımaya uğraşmışlar bir de...


E kardeşim,  o zaman ne diye ambulans istenmiş oraya?  Oldu olacak Bursa'ya götürseydiniz bari çocuğu hemen bulur bulmaz?  Kaldı ki ambulans da öyle yapmış?  İçinde teçhizatı olmayan,  ama kendisine ulaşılmak için 3 saate yakın zaman harcanan ambulans;  almış donmuş genci  Bursa Muradiye Hastanesi'ne götürmüş.  Daha doğrusu götürememiş,  nihai son hastane yolundayken vuku bulmuş.

(Burada bir de şöyle bir hoşluk/boşluk var.  Ümit bulunmuş, böyle bir durumda hemen su içirmek gerekmiş. Ekipte ve kar araçlarında su aranıp bulunamamış,  oteller bölgesinden çocuğun bulunduğu yere su istenmiş!)



Varan 1:  "Ben izin vermezsem,  AKUT buraya adımını
atamaz"
Uludağ Jandarma Üst Düzey Emir Komuta Şeysi'nin veciz sözü.
Bu laf ortaya atılmış.  Ancak lafın gereği olan arama-tarama-bulma işi olabildiğince dinlene dinlene, ağırdan alarak yapılmış. Baba Haluk Özgen acıyla ve kızgınlıkla yâd ediyor bu yaklaşımı.

Ne var ki yeterince görüp geçirmiş,  düşüp kalkmış sıradan vatandaşımız Varan 1 yaklaşımına âşinâ.  Hem ifadeye hem de meâline...
Neyi paylaşamıyor bu ülkedeki makamlar?
Hadi burada bir asker durumu var. Üniversitelerde aynı şey Öğrenci İşleri-Dekanlık;  kıskançlıktan gözü dönmüş prof sürtüşmeleri;  son Ergenekon olaylarıyla anlaşıldığı üzere  Emniyet İstihbaratı ve MİT,  MİT ve Askeri İstihbarat arasındaki husumetler/sürtüşmeler/ayak bilemeler...
Yani burada anlatamadım,  ama anlayacak olanın kelimelere ihtiyacı yok. Hep "birlik-beraberlik" mesajları.  Ancak onları biraz eşele,  altından egemenlik savaşları ve bölünme, nispi derebeylikler yönetimi çıkıyor.

Velhasılında AKUT'a arama işi için hemen izin verilmemiş.  Donan insan için zaman çok mühim,  ama ne gam.  Burası Türkiye!


Varan 2:  Ağzı olan konuşuyor
Bir sürü bilgi ve iddia vardı bu olayda.  Biri diyordu ki,  kulübeye girmiş ama orada durmamış,  dışarı çıkıp koşmuş,  hata yapmış.
Çocuğun bizzat mesajlaştığı Uludağ'daki bir arkadaşı (Sinan) da diyor ki, kulübeye girmedi,  bir kulübenin önünden geçti.

Yahu tamam anlıyorum.  Devlet meseleleri söz konusu olduğunda veya hassas mevzularımız,  kendimize doğru yontarız.  Ama böyle bir konuda bari herkes sil baştan bir hikaye yazmasın da ne nedir bilinsin.


Varan 3:  Kanunlar kime işler,  kime işlemez?
Gelelim bilinen bir mevzuya...
GSM operatörü şirket  Turkcell;  kaybolan gencin koordinatlarını, Jandarmanın irtibatına rağmen ancak Savcılık izniyle ve başvurudan
4 saat sonra olacak şekilde vermiş.  +1 saatte de verilen koordinatın çözümlemesi mi ne yapılmış  (teknik bilgi).  Etti mi toplam 5 saat!

Burada suçlanacak bir şey yok,  zira kanuna uymuşlar.  Biliyorsunuz devletlerin yazılı kanunları vardır,  bir de vicdanın yazılı olmayan kanunları/hukukları.  Turkcell sorumluları burada birincisini seçmiş.
Ancak, operatör tanıdıkları olanların,  savcısız-izinsiz  şıp diye koordinat bildirme durumlarını öğrenince isyan etmiyor da değil insan.  Birileri için, birkaç yakın ilişki ve telefonla şakkadanak elde ediliveren bilgiler, kolayca açılan kapılar;  kimsesizseniz veya kolay lokma olarak addedilmişseniz ağzınızla kuş tutsanız açılmaz.  Kaderin böylesine!
(Gene iş döndü dolaştı  "kader"e  yüklendi ya!  Zaten hepimiz kadere çalışıyor gibiyiz.)


Varan 4:  Oteller ne tarafta,  yol ne tarafta?
Uludağ gibi kış turizmi ve kayak sporlarının yoğun olduğu bir yerde levha, tabela işaretleri, ağaç numaralandırma, yol işaretleri koyma, vs... Neden yoktur?  Mars'ta yol tarifi sormuyoruz ayol,  Uludağ'dayız biz daha!

Bir soru daha:  Bu otel sahipleri, oradaki Jandarma, yaratıcı insanlarımız? Hiç düşünen kimse de mi yok bu ülkede?  Yoksa ben mi abartıyorum?



-Son  Analiz- ....... ...
Bu olay bir şeyi daha gösterdi.
Ülkedeki herkes ne çok analiz manyağı  ne çok yargıç olmuş!
Âdeta bir bilirkişi,  âdeta bir jüri!  Meğer hepimiz potansiyel bir Deniz Seki,  büyük jüri üstadı bir Bülent Ersoy barındırmakta imişiz içimizde!
Yok çocuğun yanlışları şunlar şunlarmış,  yok babanın yanlışları bunlar bunlarmış... Madde madde,  çarşaf çarşaf!

Sanki bütün bu olaylar olurken,  bu lafları edenler an be an oradaydı! Çocuk beklemiş en az 6 saat boyunca tek bir kıpırtı göremeyince bari helikopter gönderin  veya  fişek atın ben işaretin olduğu yöne doğru koşayım demiş.  Bakmış sanki kendi kendine konuşuyor,  bari bu karanlıktan çıkışı kendi kendime bulayım çare yok demiş.
Ve karanlıkta gördüğü bir ışığın peşine düşmüş.

Onlarca paragraf döşenip madde madde hata sayanlar,  o genci ölüme gönderen ihmalleri yapanlarla aynı kafadan aslında.

Ve yeri geldiğinde hep dediğim gibi:
Şehir;  farkları yok etmeden birlikte yaşamak demektir.  Farkları yok etmeye kalktığınızda elinizde milyon nüfuslu köyler kalır.
"Bursada büyük bir köydür.  Halkı da zengin köylülerdir"

Nokta.




4 Şubat 2009 Çarşamba

FreeCell


Zevkli bir kart oyunu. Windows kurulumuyla gelen standart oyunlardan biri. Özellikle yoğun zamanlarda, çok okumalı-yazmalı dönemlerde, sınav günlerinde kısa molalar için ideal oyunlardan biri.

Bir el  en fazla 15-20 dakikada bitiyor. Her elin bir çözümü var, dolayısıyla Solitaire gibi açılmayınca insanı sinir eden, bahtına küstürten bir oluşum değil. Yalnızca oyuna kek gibi atlayarak başlamamak gerekiyor. Önce bir bakmak, As'lar nerede, neyin altına ne konabiliyor bu dizilimde? Bu aşama oyunun en önemli kısmı, zira bundan sonra adım adım zafere gidiyorsunuz  ;)


Amaç, sol üstteki 4 boş haneyi kullanarak sağ üstteki bölmelere As'tan başlayarak Kral'a dek desteleri yerleştirebilmek.  Ortadaki alanda ise kırmızı-siyah-kırmızı şeklinde olacak biçimde sıralı dizimler ve taşımalar yapılır. Sol üstteki boş haneler doldukça, taşıma yapılabilecek kart sayısı otomatikman azalır vs.

Not:  "Yeni oyun"  diyerek rastgele başlangıçlar yapılabileceği gibi,
"Oyun seç"erek de şansınızı deneyebilirsiniz.  Windows sürümü haricindekilerde bugüne dek 8 adet oyunun çözümünün bulunamadığı söyleniyor  (bkz).

ERGENEKON Yazıları-II

.
İtirafçı İbrahim Babat,  Susurluk Raporu'nu hazırlayan  Kutlu Savaş'a  anlatıyor.  (TC vatandaşlığına geçen Mehmet Kılıç'ın,  Antalya'da askerliğini yaparken kayboluşu ve akıbeti üzerine) :

"1989'da  JİTEM komutanları tarafından bize,  Mehmet Kılıç'ın (Maho Gevdan) Antalya'dan alınıp getirilmesi istendi.  Ben,  Astsubay Şaban Bayram  ve Erol adındaki bir askerle birlikte  Antalya'da İl Jandarma Alay Komutanı'yla görüştük. Yetkililer geleceğimizden haberdardı. Alay komutanına  "Alıyoruz ancak geri getirmeyebiliriz, ifadesini aldıktan sonra infaz edebiliriz" dedik. Ertesi günü Mehmet'i nizamiye kapısından aldık, Silopi'ye getirdik,  Cem Ersever'in sürekli ilişkide olduğu  Irak irtibat subayına teslim ettik.  Mehmet Kılıç eskiden KDP içinde üst düzey sorumlu olduğundan,  Irak devleti tarafından JİTEM'den 100 bin dolar karşılığında istenmişti. Bu olayı duyan ve rahatsız olan Yüzbaşı İsmail Öztoprak, daha sonra kaza süsü verilen bir olayla öldürüldü."

"Adı Ergenekon olsun, ne olursa olsun; sözde düşmanlar üreterek, korku imparatorlukları kurarak, sivil iktidarları vesayet altında tutarak her türlü hukuk dışı faaliyeti mubah sayarken güzelce cebini dolduran bir yapı, ...
Zamanında Ermeni malları paylaştırılmış, 90’lı yıllarda nerdeyse alenen korucular, çeşitli aşiretler ve mafya ile birlikte eroin kaçakçılığı sayesinde milyonlarca dolar kazanılmıştır.

Ne var ki Güneydoğu'da şiddetin doruğa ulaştığı o yıllarda bu konuları özellikle merkez basında yazmaya kalkanların kalemleri hızla kırıldı. Birçok meslektaşım  (Halit Güngen-Diyarbakır, Cengiz Altun-Batman, Uğur Mumcu-Ankara)  faili meçhul cinayetlere kurban edildiler. Sansüre meydan okuyan gazeteler defalarca kapatıldı, basıldı.

Hatırlıyorum, sırf çevremdeki arkadaşlarımın, akrabalarımın gözlerini açmak adına; bölgede işkenceye maruz kalmış, canlı mayın tarayıcısı olarak kullanıldıklarını söyleyen köylüler ile yaptığım mülakatların ses kayıtlarını onlara dinletmeye çabalıyordum.  Ama kimse bilmek, duymak istemiyordu.
Susurluk raporunda da açıklandığı üzere, OHAL perdesi altında hukuksuzluğun, vahşetin ve özellikle eroin ile silah ticaretinin olağan hale geldiği bir bataklık söz konusu. Bu ayağın taa Kuzey Irak’a kadar uzandığı iddiaları o zamanlardan beri var."
(Amberin Zaman  -  30 Ocak 2009,  Taraf)

Not:  Tüm yazıyı okumak için tıklayınız.

(bkz:  ERGENEKON Yazıları-I)


3 Şubat 2009 Salı

Halil Ergün'le bir sohbet


Halil Ergün  geçtiğimiz Cuma bir televizyon programına katılmış,  Kenan Işık'ın sunduğu bir sohbet programına...
-mış diyorum,  zira tesadüfen gazetede denk geldiğim yayın ile ilgili edilmiş bir kaç kelam üzerine merak edip internette aradım ve programın önemli kısmının videolarına ulaşabildim.  Aradığıma da değdi doğrusu,  keyifli bir sohbet izlemiş oldum.  Bilge Olgaç  hakkında da bir iki kelam edildi.
Arzu edenler şu linkten ulaşabilirler:
http://dunyabiroyunsahnesi.blogcu.com/dunya-bir-oyun-sahnesi-2-bolum-videolari_35111811.html


_Doğrunun, güzelin ve başarının yanında olmamak çok tehlikeli bir şey.

_Kahır, sanatın bir parçası. Ancak beğenilmek olmazsa eğer, sanat yaparken çekilen kahır çekilmez.

_Türkün Türk'ten başka dostu yok, ama düşmanı da yok.


2 Şubat 2009 Pazartesi

RTE  Davos'ta!



Recep Tayyip Erdoğan.  Nâm-ı değer  Davos fatihimiz.
Ne fetih ama!  Adamın Türkiye'ye dönüşü bile ücretsiz metro seferleriyle karşılandı,   "One minute!"  (Van minüt!)  ile  gönüllerde taht kurdu!
Öte yandan bizzat  İsrail'in tepki çeken aşırı hareketleri  ve saldırganlığı sebebiyle  bir facia olarak nitelenmedi bu olay/fevriliği dünyada.

Hatırlarsanız bir ara ülkemizde  "delikanlılığın kitabını yazan"  arkadaşlar türemişti ekranlarda, oturdukları yerden rutin tavır ve hareketleriyle kitap yazardı bu Kasımpaşalı arkadaşlar.  RTE de kışkırtıldığında kolaylıkla o eşiğe yanaşıyor.

Murat Belge şöyle diyor bugünkü yazısında  (1 Şubat, Taraf) :
"Öfkeli ve vakur, öfkeli ve zarif olmak mümkündür."

Başbakanımız bu noktaya artık gereğince yoğunlaşmalı.  Her moderatör krizinde stüdyoyu terk etmemeli.  (Geçen sene NTV moderatörüne ettiği lafları hatırlayın.)  Başparmağını her sinirlendiğinde dikine dikine kameralara sallamamalı... Yoksa İsrail Cumhurbaşkanı Peres'in münasebetsiz benzetmesi (İstanbul'a bombalar yağması örneği)  birgün gerçek olabilir.

1 Şubat 2009 Pazar

Gündemdekiler  (Ocak 2009)




Semra Yücel  (Kaynana Semra Hanım):
Flash TV'de  "Semra Kaynana ile Dest-i İzdivaç"  isimli programı sunuyor.  Reytingleri ne durumda bilmiyorum ama izleyeni var,  evlenmek üzere yayına başvuranı da...

Bendeniz şahitliğin önemine  ve  arabuluculuğa inanan biriyimdir.  Semra Yücel'in şahitliği ve aracılığıyla kurulan bir evlilikte her zaman korku ve cinnet ihtimalinin/korkusunun var olacağı kimsenin aklına gelmiyor mu acaba?

Gidenler sanırım ya yukarıda sözünü ettiğim kavramlara pek saygı duymuyor  ya da  zaten fazla düşünmeyen insanlar.  Burada dengesiz,  sinir hastası,
tek oğlu  altın vuruşla  bu dünyadan çekip gitmiş,  kızını da medya önünde binbir lafla eşinden boşatmış bir kadın var.  Belki de bir zamanlarki eşinden bu şekilde öç alıyordur kendisi.

Sonuç itibariyle;  "Dinmeyen ego, bitmeyen arzu, bakınız bir televizyon starı yaratıyor."   (Okan Bayülgen, Disko Kralı)

"Parayı görünce dengesizliğinden eser kalmamış kaynana.  Aslında hala dengesiz ama çıkar için dengeli taklidi yapıyor.

Siz onu sunduğu evlilik programının dışında görün bir de.
Kim bu kadınla aynı ortamda bulunmak ister?"   (enel hakki, Private Sözlük)
____________________________________________________________


Arif Verimli:
Özellikle bir dönem  (aslında hâlâ da devam eden epeyce uzun bir dönemdir)  televizyon ekranlarında boy gösteren milli akademisyenimiz.  Pardon, sinir hastalıkları şeysimiz.

Kendisi yıllar boyunca
Esra Ceyhanprogramlarının kadrolu elemanı tadında ekranlarda arz-ı endam ederken;  beri yandan Reha Muhtar'la Ateş Hattı,   Savaş Ay'ın meşhur programı  A Takımı
ve burada yazmakla bitmeyecek bilimum tartışma programından geldik günümüze...  Seda Sayan ve
Müge Anlı'nın sabah programlarında düzenli kadrolu olarak görevini sürdürmekte.  Farklı yayınlardaki kimi mesailerini de y0k saymamak lazım tabi.

Allah sağlık sıhhat versin,   düşüncelerini açıklarken sanki gazından kıvranıyormuş gibi acayip hareketler yapan bu değerli doktorumuz, medya ile arayı iyi tutayım derken aşırı popülarite kazanmış birisi.  Televizyona çıkmaktan ve basına demeçler vermekten arta kalan hangi zamanında   (Cidden yani! Hangi zamanda?)   bir uzman olarak araştırmalarını  ve çalışmalarını sürdürüyor,  hastalarıyla ne vakit gerçekten ilgileniyor?  diye merak etmiyor değilim bazen.

Türk psikiyatristlerin en nefret ettiğim ve en zararlı bulduğum davranışı olan ekranlardan peçete,  ay pardon,  'reçete' dağıtma yanlışını yapanlardan biri. Bir de evladının uyuşturucudan öldüğünü canlı yayında annelere söyleyip hengamede bağrışıp çığrışanları teselli ediyor. Yaptığı zor bir iş gerçekten.

____________________________________________________________

Perihan Mağden:

Radikal gazetesindeki yazılarına ara vereceğini açıkladı.
(Son iki yazısı için:  Derken  ve
Hesap veriyorum)
____________________________________________________________


Yalçın Küçük:
Ergenekon Davası sırasında o da tutuklandı ve sorgulandı. Dolayısıyla sıklıkla ekranlarda.  Bir zamanlar bu adam hiç televizyona çıkmazdı, orucunu bir bozdu tam bozdu doğrusu. Son olarak bu haftaki  32. Gün  programında denk geldim kendisine.  Şamil Tayyar denen,  konuşma yeteneği ve bilgi derinliği olmayan  (heyhat!)  bir adam vardı karşısında;  aklınca Yalçın Küçük'ü iğneledi durdu yayın boyunca.  İşte böyle değerlinin karşısına değersizi koyduğunda  değerli olan sanki daha bir Hint kumaşı gözükür ya kuzgunun gözüne,  aynen öyle oldu.
Bu arada Yalçın Küçük'teki kafa karışıklığını da gözlemleme şansım oldu.
Bu tarz adamlar konuştukça, koskoca insanlık tarihi boyunca Ademoğlunun 'yönetim'i yüzüne gözüne bulaştırdığı yönünde karamsar bir görüş sardıkça sarıyor beni.
Yalçın Küçük kendini ısrarla "orducu" diye niteledi.  Ancak Kenan Evren'e de Hilmi Özkök'e de eleştirileri var.  Savunduğu 'ordu'nun;  solcuları ve milliyetçileri,  bu ülkenin itici gücü olabilecek insanları  ve  nitelikli eğitim ümidini defalarca baltaladığı için bugün gelip Kasımpaşalı ekolüne dayandığımızı göremeyecek kadar saf bir adam değilse eğer;  o da bir
"
kafa karıştıralog".  Sokaktaki çöpçüden köşebaşındaki fahişeye kadar herkesi Sabetayist ilan eden Yalçın Küçük,  bombalarına devam ediyor.

____________________________________________________________


Ali Babacan:   ...
Mevcut Dış İşleri Bakanımız. Ama daha çok Sanayi Bakanı veya Ulaştırma Bakanı gibi geliyor bana veya Enerji Bakanı gibi... Dış görünüş, hal ve hareketlerine bakın. Tam bir Arap yöneticiyi andırmıyor mu?  Diplomasi ve dış ilişkilerimizde, şekilsel düzeyde bile oldukça şeyin değiştiğini, kendisi ve türbanlı genç eşinden çıkarımsamak kolaylıkla mümkün.


(Irak Dış İşleri Bakanı Hoşyar Zebari  ile  Ali Babacan)

____________________________________________________________


Recep Tayyip Erdoğan:


Nâm-ı değerDavos fatihimiz.  Ne fetih ama,  adamın Türkiye'ye dönüşü bile ücretsiz metro seferleriyle karşılandı. Gönüllerde taht kurdu!  Öte yandan bizzat  İsrail'in tepki çeken aşırı hareketleri  ve saldırganlığı sebebiyle bir facia olarak nitelenmedi bu durum/fevriliği dünyada.

Hatırlarsanız bir ara ülkemizde "delikanlılığın kitabını yazan" arkadaşlar türemişti ekranlarda;  oturdukları yerden rutin tavır ve hareketleriyle kitap yazardı bu Kasımpaşalı arkadaşlar.  RTE de kışkırtıldığında kolaylıkla o eşiğe yanaşıyor.

Murat Belge şöyle  diyor bugünkü yazısında  (
1 Şubat, Taraf) :
"Öfkeli ve vakur,  öfkeli ve zarif olmak mümkündür."

Başbakanımız bu noktaya artık gereğince yoğunlaşmalı.  Başparmağını her sinirlendiğinde dikine dikine kameralara sallamamalı.  Yoksa İsrael Cumhurbaşkanı Peres'in münasebetsiz benzetmesi  (İstanbul'a bombalar yağması örneği)  birgün gerçek olabilir.
____________________________________________________________